Büyükada Rum Yetimhanesi en büyük, dünyanın ikinci en büyük ahşap yapısı…
Yapımında kullanılan keresteler Romanya’dan, kiremitler Marsilya’dan, kuzineleri Paris’ten getirildi. 1898’de, Orient Ekspres’le İstanbul’a gelen yabancı seyyahlara, ihtişamlı bir yazlık otel olarak inşa edildi ama kapılarını müşterilerine hiç açamadı. 1964’te kilit vurulana kadar yaklaşık 5 bin 750 Rum yetime yuva oldu. 54 yıldır tek bir çivi bile çakılmadı ve bugün artık yok olmanın eşiğine geldi. Çatısından geriye pek bir şey kalmadı, duvarlarında gedikler açıldı, zemininde çökmeler oluştu. Europa-Nostra ve Avrupa Yatırım Bankası tarafından, 2018 yılı ‘Tehlike Altındaki 7 Kültürel Miras Programı’na seçilen Büyükada Rum Yetimhanesi’nin, kuvvetli yağmur ve rüzgâra dayanacak fazla gücü kalmadı. Son durumunu fotoğraf ve videolarla belgeledik.
Banu Tuna çalışmaları özetliyor… Yetimhanenin son halini belgelemek için Rum Patrikhanesi’nden izin istiyoruz. İzni verirken sıkı sıkı tembihliyorlar: “Tamam gidin ama sakın içine girmeyin, yapıya beş metreden fazla yaklaşmayın. Çökme tehlikesi var!” Koşulları kabul edip Adalar vapuruna atlıyoruz. Niyetimiz, ‘Tehlike Altındaki 7 Kültürel Miras’ listesine giren bu muhteşem yapının ne halde olduğunu bir drone yardımıyla görüntülemek.
Yetimhanenin 1985’ten bu yana bekçiliğini yapan Erol Baytaş, köpeğiyle birlikte karşılıyor kapıda. Ondan önce babası, bu görevi 20 sene yürütmüş. Erol Bey’in çocukluğu hep yetimhane arazisinde geçmiş. Bodrumundan çatı arasına kadar her yeri adım adım biliyor, tanıyor. Evi de aynı arazinin içinde. Tam 33 yıldır kimseyi içeri sokmuyor. Hem binayı hem de adayı korumak için… “Mazallah bu binada yangın çıkarsa tüm ada yanar. İki köpeğim var, onlar da yardımcı oluyor. Artık duvarın üzerinden içeri bakanın niyeti iyi mi kötü mü bir görüşte anlıyorum. Teknoloji geliştiğinden beri çok değişti her şey. İnsanlar cep telefonlarıyla, drone’larıyla sürekli çekim yapıyor. Aya Yorgi Tepesi’nden buraya drone yollayan oldu. Geçen sene, bir gece yarısı YouTuber’lar bahçeye girdi, bu sefer onları köpeklerden kurtarmak zorunda kaldım. Güvenlik tedbirlerini sürekli artırmak zorunda kalıyorum. En son duvarların üzerine jiletli tel koymak zorunda kaldık. İnsanlardan korudum ama maalesef doğadan koruyamadım” diyor.
Uzaktan hâlâ gözalıcı olan yapı, yaklaştıkça hüzünlü, hatta can yakıcı… Bir zamanlar çocukların yattığı yatakların somyaları, içeri girmeye çalışanları engellemek için ilk katların pencelerine sabitlenmiş. Pencerelerin hiçbirinde cam yok, kiminin çerçevesi de kalmamış. Tahta panjurlar aşağı sarkmış. Çatıdan ve cepheden dökülenler çevreye saçılmış. Hakikaten beş metreden fazla yaklaşmak riskli çünkü her an, bir kuşun kanat çırpmasıyla bile kafanıza tahta parçaları düşebilir. Üst katların pencerelerinden, çatı arasından onlarca karga, güvercin girip çıkıyor.
Etrafını dolaşmaya başlayınca hasarın boyutları da ortaya çıkmaya başlıyor. Bir zamanlar kızlar yatakhanesi olan bölümün cephesinde çökmeler var, dışarıdan bakınca dosdoğru içeriyi görebiliyorsunuz. Kumarhane olarak planlanan, tiyatro salonu olarak kullanılan, bir köşesinde hâlâ bir piyanonun bulunduğu büyük salonu da dışarıdan görmek mümkün. Cephede öyle büyük boşluklar açılmış ki, drone’u buralardan içeri yollayıp merdivenlere kadar görüntü alabiliyoruz. Dokunsam, yapımında meşe, kestane ve çam ağacı kullanılan bu koca ahşap yapı inleyecek gibi geliyor.
Çatıdan görüntülemek istiyoruz ancak çatı namına pek bir şey kalmadığı ortaya çıkıyor. Bu kültür mirasını yağmurdan, doludan, kardan koruyan hiçbir şey kalmamış. Su, dört katı geçip büyük salona kadar iniyor.
Erol Baytaş, 15 yıl öncesine kadar içeri girmenin güvenli olduğunu anlatıyor: “Çatı 30 yıl evvel çürümeye başladı. Şu anda neredeyse hiç çatı yok. Bir kışı daha çıkarabilir mi bilmiyorum. Ana taşıyıcılar su almaya başladı. Ana salon yağmur yağdığında su doluyor. Yetimhanenin içinde hâlâ karyolalar, bir odada çocuk ayakkabıları var. Ders sıralarının bir kısmı da duruyor.” Mutfaktaki kuzinelerin ne kadar muhteşem olduğunu duyuyoruz ancak içeri girip kendi gözlerimizle görmek mümkün olmuyor.
Beş yıl öncesine kadar, vaktiyle burada kalmış olanlar ziyarete gelip anılarını anlatıyormuş. Buradan ayrılan son neslin de yaşlanmasıyla ziyaretçi sayısı azalmış. Baytaş’a göre yapıya en çok zarar veren, çatıdan giren yağmur ile günbatısı ve karayel rüzgârları. Ön saçakları hep günbatısı söküp atmış. İsa Tepesi lodos ve gündoğusu da alıyor ama bu bir yandan avantaj; tüm yönlerden rüzgâr aldığı için yağmurda ıslansa bile hemen kuruyor.
İstanbul Rum Patrikhanesi teknik ofis sorumlusu ve mimar Apostol Poridis, yetimhanenin sadece Rum Cemaati için değil, tüm toplum için önemli, kıymetli bir yapı olduğunun altını çiziyor: “Türkiye kültürüne, Osmanlı’dan kalan bir mirastır. Mimarisi, ayrı dönemde Adalar’da yapılan diğer sivil mimari örneklerinden farklıdır. Çoğu eklektik üslupta yapılmış, ahşap binalardır. Yetimhane binası onlara göre çok daha yalın bir mimariye sahip. Hiç detay yok. Silueti uzaktan baktığınızda çok güzel. Onun da özelliği bu. Bu yalın mimari de aslında geleneksel Osmanlı-Türk mimarisinden bir etkilenme diyebiliriz. Balkanlar’da, Batı Anadolu’da gördüğümüz mimarinin etkileri var.
1999 depreminden sonra durumu daha hızlı kötüleşmeye başladı. Çatısı zaten en hassas noktası. Deprem olduğunda 35 yıldır boştu, ufak tefek hasarlar biraz daha büyüdü. Zaten bir yerden sonra hasar aritmetik olarak değil geometrik olarak artmaya başlıyor. Şu anda geometrik geri sayımdayız. 2003’te yazdığım bir rapora baktım, önlem alınmazsa beş sene sonra büyük sorun olacak yazmışım. En son 4-5 sene evvel girdim içine ve en üst katına kadar çıkabildim. Europa Nostra’nın listesine girmesi, yapının kurtulma olasılığını artırdı elbette. Ancak daha ne zaman, nasıl restore edileceği, bunun için gerekli fonun nasıl sağlanacağı somut değil. Ancak acilen su ile teması kesilmeli. Restorasyonu sonrası dinlerarası diyalog merkezi ve çevre bilinci eksenli bir araştırma enstitüsü olması üzerine düşünceler var. Dünya mirası olan bir binayı ona yakışır işlevlerle kullanmak gerekir. Hemen bugün restorasyona başlansa önemli bir bölümünü orijinal haliyle kurtarabileceğimizi düşünüyorum.”
Büyükada Rum Yetimhanesi’nin hikâyesi, imparatorluk başkenti İstanbul’u Viyana ve Paris’e bağlayacak demiryolu projesinin hayata geçirilmesi ile başlıyor. Viyana’dan kalkan tren, 12 Ağustos 1888’de İstanbul’a ilk yolcularını indirdiğinde, ‘Prinkipo Palas’ın da kaderi çizilmeye başlıyor. Orient Ekspres, zamanının en popüler hatlarından biri haline geliyor ve seyyahların konuklaması için oteller inşa edilmesi gerekiyor. Böylece İstanbul’un önemli mimarı Alexander Vallaury’ye, Büyükada’da yazlık bir otel yapma işi veriliyor. Karaköy’deki Osmanlı Bankası, Beyoğlu Pera Palas ve Markiz Pastanesi ile eski Haydarpaşa Lisesi gibi kentin sembol yapılarının mimarı olan Vallaury, 1898-99 yılları arasında Prinkipo Palas’ı, 206 odalı lüks bir otel ve kumarhane olarak inşa ediyor.
Büyükada’nın 206 metre yüksekliğindeki İsa Tepesi’nden 120 yıldır Marmara Denizi’ne bakan bu dev ahşap yapı, Prinkipo Palas olarak yükseldi ama hiçbir zaman kapılarını otel ve kumarhane müşterileri için açamadı. İnşaata izin veren Padişah II. Abdülhamit, otel olarak işletilmesine sonradan izin vermedi. Sebebine ilişkin rivayet muhtelif. 1900’lerin başında Eleni Zarifi tarafından satın alınan otel, yetimhane olarak kullanılması şartıyla İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağışlandı. 21 Mayıs 1903’teki açılışa II. Abdülhamit de katıldı, hatta bağışta bulundu. Arada patlak veren savaşlar sırasında farklı amaçlarla kullanılsa da, 1964’te kapanana kadar yetimhane işlevini sürdürdü yapı. Bahçesindeki daha küçük yapı ise ilkokul olarak kullanıldı. Kıbrıs olayları nedeniyle kapatıldığı tarihe kadar yaklaşık 5 bin 750 çocuğun evi oldu. Yetimhanenin mülkiyeti ile ilgili tartışmalar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), 15 Haziran 2010’da yapının Rum Patrikhanesi’ne devredilmesi kararıyla sonuçlandı. Ancak 1964’ten itibaren çivi bile çakılmayan bina, çoktan kullanılamaz hale gelmişti.