Kınalıada Su Sporları kulübü kurucusu rahmetli Başar Acarlı’nın kardeşi Yaşar Acarlı’nın oğlu Koray Acarlı başarıdan başarıya koşuyor. Memorial Şişli Hastanesi Organ Nakli Merkezi Başkanı olan Kınalıadalı Prof. Dr. Koray Acarlı Hürriyet Gazetesi’nden Ayşe Arman’ın sorularını yanıtladı.
Ayşe Arman-Röportaj- Hürriyet-Kelebek
Müthiş bir hekim! Müthiş bir cerrah! Organ nakli deyince akla ilk gelen isimlerden.
Bugüne kadar 1500 karaciğer nakli gerçekleştirdi, bunun 350’sini de çocuk nakilleri oluşturuyor.
81’de İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra sırasıyla, genel cerrahi, safra yolları uzmanlığı, doçentlik ve profesörlük unvanlarını aldı.
Şu anda da Memorial Şişli Hastanesi Karaciğer Pankreas Safra Yolları Cerrahı – Organ Nakli Merkezi Başkanı.
Bu ülkenin en saygın cerrahlarından biri. Çok da renkli. Saatlerce hiç sıkılmadan sohbet edebilirsiniz. Kınalıada’da doğup büyüdüğü için o bir “adalı.” Müslüman, Hıristiyan, Ermeni ve Musevilerin yaşadığı kozmopolit bir ortam, yaşamına yön vermiş. “Adalı” olmak kendisine deniz ve tekne merakı da kazandırmış. Denizonun için bir vazgeçilmez. Hayatında iki deniz var, ikisi de onun için vazgeçilmez…
Ve tabii kızları…
İsimleri, kollarında dövme olarak yer alıyor…
İyi bir cerrah olmasının yanında, iyi bir baba. İki kızı var. Bale kursuna gittikleri dönemde 2 ve 5 yaşında olan kızlarının her şeyiyle bizzat ilgilenmiş. Bale kursuna giden kızlarının saçlarını topuz yapmayı bile öğrenmiş. Hatta el becerisiyle öyle güzel topuzlar yapmış ki kızlarının arkadaşlarının topuzunu bile o yaparmış…
Hocadan bir sürü şey öğrendim.
En önemlisi şu, Türkiye, canlıdan nakillerde dünyanın en başarılı ülkelerinden biri, Öyle ki Avrupa’dan ve Amerika’dan organ nakli cerrahları eğitim için Türkiye’ye geliyor. Prof. Dr. Acarlı da bu doktorları eğiten ünlü cerrahlardan biri…
Kurumunuz organ nakli konusunda ne kadar başarılı?
-Çok başarılı! Hatta, Türkiye’de herhangi bir konuda kolay kolay ulaşılamayacak kadar başarılı. Bu da tabii ülke adına onur verici…
Peki canlı nakil konusunda…
-Şu anda canlıdan nakilde dünyanın en ileri noktasına gelmiş durumda Türkiye. Özellikle, canlı vericiden karaciğer naklinde, dünyada Kore’yle birincilik ve ikinciliği paylaşıyoruz. Biz burada, 260’ı çocuk olmak üzere, 1000’ne yakın başarılı karaciğer nakli yaptık. Dünyada, yılda 100’ün üzerinde karaciğer nakli yapan merkez sayısı zaten az. 100’ün üzerinde canlı vericili karaciğer nakli yapan merkez sayısı ise, iki elin parmaklarını geçmez!
Peki ya sonuçlar açısından bakıldığında…
-Bir yıllık ve 5 yıllık sağ kalım oranlarına göre, Amerika’yla aynı, hatta daha iyi oranlara sahibiz. Türkiye’nin bu başarısı, aslında, kadavradan organ bağışının yeteri kadar olmamasına bir tepki olarak ortaya çıktı…
Nasıl yani?
-Yeteri kadar bağış olmayıp hastalar yaşamını kaybetmeye başlayınca, biz de bu eksikliği canlı vericiden karaciğer nakli yaparak giderdik. Üstelik bu alanda lider olduk. Aslında yıllık organ bağışçısı sayısının, milyon nüfus başına, yılda 10 ile 35 olması gerekiyor. Bu da bir milyonluk şehirde 35 verici ediyor. Bunların hepsi uygunsa, bir yılda 35 karaciğer, kalp, pankreas, 70 kornea ve böbrek nakli yapılabileceğini gösterir. Türkiye’de bu oran, birkaç yıl öncesine kadar 2 ve 3’lerdeydi. Şimdilerde milyon nüfus başına 5’e çıktı…
Bu, sizin için yeterli mi?
-Değil tabii! Ama ben zamanında Amerika’ya organ naklini öğrenmek için gitmiştim. Şimdi ise Amerika’nın en önemli üç merkezinin başkanı, canlıdan karaciğer nakli öğrenmek için Türkiye’ye geliyor. Amerika’da birlikte çalıştığımız İsrailli bir arkadaşım da, merkezimizde canlıdan nakil öğrenmek istediklerini iletti. Beni de İsrail’e ameliyat için davet etti. Yani durum değişti. Öğrenmekten öğretme durumuna geldik! Ama tabii bununla sınırlı kalmamalı, kadavra sayısını yeterli seviyeye getirmeliyiz…
260’I ÇOCUK OLMAK ÜZERE 1000’E YAKIN KARACİĞER NAKLİ
260’ı çocuk olmak üzere, 1000’e yakın karaciğer nakli! Acayip bir rakam…
-Evet, Türkiye’de en fazla çocuk naklinin yapıldığı merkezlerden biriyiz. Çocuk nakli, tıp literatürüne göre 18 yaş altı hastalar için kullanılır. Ancak bizim bu merkezdeki çocuk hastalarımızın önemli bir bölümü, neredeyse emekleme çağı çocuklarından oluşuyor. 5-6 aylık ve 5-10 kilo. Bu çocuklar 260 rakamının ciddi bir kısmını kapsıyor.
Neden çocuk nakli önemli?
-Çünkü bir erişkinin organının bir kısmını alıp, bir çocuk bedenine yerleştiriyorsunuz. 10 kilo altındaki çocuklarda bu küçük parçayı bile sığdırmak, farklı çaptaki damarları birbirine dikmek ciddi sorun. Çocuk bedeninde büyük bir organ yeterince uyum sağlayamayabilir, vücuttaki kan, o organı besleyemeyebilir vesaire…
Ama siz, bu sıkıntılı ve zor işi de başarıyorsunuz…
-Aynen öyle! Ama bu cesareti kazanabilmek motivasyonla alakalı. Eğer yaptığınız birkaç çocukta başarısız olursanız bırakmanız gerekir. Başarılı olana kadar yapmak ve inatlaşmak diye bir şey söz konusu olamaz. Dolayısıyla, arkaya baktığımızda biz, ciddi işler başarmışız. Bu rakamlar bugün sadece Türkiye için değil, dünya için de büyük rakamlar. Türkiye’de karaciğer nakli sayısı, yıllık 1300 ile 1500 genel rakam noktasına gelmiş bulunmakta. Bu sayıdan daha azı, yeteri kadar hasta tedavi edilemediği ve hasta kaybedildiği anlamına gelir. Bu nedenle durmak mümkün değil, bu koşu devam etmek zorunda…
BEN YARAYI TANZİM EDERİM TANRI İYİLEŞTİRİR!
Siz çok önemli bir iş yapıyorsunuz, organ nakliyle insanları yeniden sağlıklı bir hayata kavuşturuyorsunuz. Gece yattığınızda huzurlu ve deliksiz mi uyuyor musunuz?
-Ne yazık ki hayır! Her şeyin bir bedeli var. Sanırım bu mesleğin getirdiği stresin bir sonucu olarak ne deliksiz ne de doya doya uyuyabiliyorum. Çok erken uyanıyorum. Genellikle uyanış nedenim, uykunun bitmesi şeklinde değil de yüzeyselleşmesi sırasında, “Bir yerlerde bir sorun var!” duygusunun beni dürtüp uyandırması. Sorun olmadığını anlasam da, tekrar uyumam mümkün olmuyor. Hasta için yaşamsal önemi çok büyük, karaciğer nakli gibi bir ameliyat yapıyorsunuz. Ölüm kalım meselesi yani… Hastalar ve hasta yakınları gözlerimizin içine bakarak sizden bir şeyler bekliyor. Türk insanında şöyle bir söylem var: “Önce Allah, sonra siz!” Siz, onlar için çok önemli bir yerdesiniz…
Bu da çok büyük bir yük aslında, öyle değil mi?
-Aynen öyle! Bir insanın hayatının sizin yapacağınız ameliyata ve sizin vereceğiniz kararlara bağlı olduğunu bilmek ve bu stresle yaşamak zor ve yıpratıcı. Aynı gün içinde bir hastanızı kaybedip yıkılırken, bir müddet sonra bir başkasının iyileştiğini görmek tüm sıkıntılarınıza derman oluyor. Doktorluk, özellikle de cerrahlık, gelgitleri olan bir meslek. Cerrahlık “hayat kurtarmak” denilse de, içine baktığınızda bir düzlük yok. Devamlı inişler ve çıkışlar içindesiniz…
Bazen durum, sizin kontrolünüzden çıkıyor mu?
-Eski yabancı tıp büyüklerinden biri, “Ben yarayı tanzim ederim, Tanrı iyileştirir!” der. Yani biz, ne yaparsak yapalım, iyileşme süreci bizim aslında çok müdahil olmadığımız bir durumdur. Biz yarayı dikeriz ama kaynatan değiliz! Ben o dikişimle, yaranın bir araya gelmesini sağlarım, ama onu kaynatan bir mekanizma var. Organizmanın kendisi, arılar gibi çalışıyor, hücreler birbirine yapışıyor, bağlar kuruluyor vesaire… Sonra bakıyorsunuz, bazen iz bile kalmayacak şekilde yara tamamen kapanıyor. Ben yarayı tanzim ediyorum, onu iyileşecek hali getiriyorum. Bir güçse onu iyileştiriyor. Bu, herkesin inanç sistemine göre değişir. O nedenle bazı şeylerin bizim kontrolümüzden çıkması aslında çok basittir.
Sizin bir organ nakli benzetmenizi var. Anlatır mısınız?
-Bir tanıdığınız çok uzak bir yerden, saksıda çok değerli bir bitki getirir ve size hediye eder. Bu, işte bizim yaptığımız organ nakli! Onu alırsınız ve evinizin neresine koyacağınızı bilemezsiniz. Camın önüne koyarsınız, güneşi fazla gelir. Gölgelik bir yerde, güneş ışığından mahrum olur, nemi fazla gelebilir. Yani bir insana organ nakletmiş olmakla, saksıdaki çiçek aslında aynı! O çiçeğin, koyduğunuz yerde yeşerip eskisinden daha güzel olacağı anlamına gelmiyor. Yerini, suyunu, sizi beğenmez ve solar gider. Organ da böyledir. Siz, en iyi ameliyatı en iyi teknik ile yapsanız da, başarının büyük bir kısmı bu mekanizmadadır. Eğer bu bahsettiğimiz, “Ben yarayı tanzim ederim, tanrı iyileştirir” sistemi olmazsa, sizin yaptığınız ameliyatın teknik bir işten öteye geçmesi mümkün değildir…
İŞİMİ ÇOK SEVERİM ÖZEL HAYATIMI DA
Türkiye’nin en büyük merkezlerinden birinin başkanısınız.
İş yoğunluğunuz yüzünden sevdiğiniz şeylerden vazgeçmek zorunda kalmak sinirinizi bozmuyor mu?
-Beni tanıyanlar bilir. Kaça kadar çalışırsam çalışayım, ne kadar ağır bir ameliyat yaparsam yapayım, akşam var olan bir programımı, “Ben bugün çok yorgunum!” diye ertelediğimi hiç hatırlamıyorum. O geceki program gecenin geç saatlerine kadar sürse de söz verdiğim için orada olurum. Benim mottom şu, “İşimi çok severim. İşim için her türlü fedakarlığı yaparım. Ama ben özel hayatımı da çok severim. Onun için de aynı şekilde davranırım!” Çoğu kişinin aksine, iş benim için bir amaç değil, amacıma ulaşmak için bir araç. Ben işimi iyi yaptığım için mutluyum. Ama özel hayatım için, ailem için işimi iyi yapıyorum. Esas motifim, işimi iyi yapıp, buradan alacağım rüzgarla teknemin iyi gitmesi! O nedenle, başka şeylerden vazgeçmek, benim lügatımda yok. Özel hayatımı da, tüm iş yoğunluğu ve zorluğuna rağmen gücüm yettiğince en iyi şekilde yaşamaya ve aileme vakit ayırmaya çalışıyorum.
İlk karaciğer nakli yaptığım hastam 23 yıldır hayatta
Doktor olmak aklınıza nasıl düştü?
– Bir çocuğun aklına ilk düşen şeyler, ok, yay, tabanca en önemlisi de üniformadır! Benim de yaşıtlarım gibi hayalimde, asker, polis ya da itfaiyeci olmak vardı. Doktorluk, annemin benim için kurduğu hayaldi. Nedense doktorluğun benim için en hayırlı meslek olacağına inanmış. Ama annem demek ki beni çok iyi tanıyordu. Gerçekten de kişiliğime uygun bir meslek yapıyorum. Tıp fakültesini bitirdikten sonra sınavda cerrahlık tek tercihimdi. Ailede benden başka doktor yok. Yani bu işe girerken bir rol modelim yoktu. Ancak meslek hayatım boyunca, insanlığı, bilgisi ve cerrahi becerisiyle beni etkileyerek bir kimlik sentezlememi sağlayan pek çok kişi oldu. Seçimlerim beni karaciğer pankreas ve safra yolları cerrahisi alanına yönlendirdi. Böyle bir alanda çalışıyorsanız, karaciğer nakli de sizin işiniz oluyor. Ben karaciğer nakli yapmaya karar verdiğimde Türkiye’de bu alanda bir hareket yoktu. Mehmet Haberal Hoca yolu açtı. Ankara’da ilk nakilleri yapmıştı. Ben de ekibin en geç üyesi olarak nakli öğrenmek için Amerika’ya gönderildim. Bir sene orada kaldım ve işi Amerika’da öğrendim. Böyle bir kurgunun kaçınılmaz sonucuydu karaciğer nakli öğrenmek. Ülkeye döndükten sonra gerçekleştirdiğimiz nakillerle, fakültemiz Türkiye’deki ikinci karaciğer nakli merkezi oldu.
Peki Amerika’da sıkıntı yaşadınız mı hiç?
-Yaşadığımız sıkıntı, bizim buradan ne kadar donanımlı olarak oraya gittiğimizin tam olarak bilinmemesiydi. Ben Amerika’ya giderken İstanbul Üniversitesi’nde baş asistan görevini yürütüyordum. Bir servisin baş asistanıysan, o servisin kralı da sensindir. Hocalar senden ameliyat günü alır. Her şeye sen karar verirsin. Ben böyle yoğun bir servisin elemanı olarak oraya gittiğimde, “Onu böyle tut, bunu böyle tut” diyen bir ekiple karşılaştım. Ekip, bizim Türkiye’de yaptıklarımızın yarısını bile yapamıyordu. Ama nakli öğrenmek için oraya giden bendim ve bunu yapmak zorundaydım. Dolayısıyla her şeyi sıfırlayıp yeniden başladım. Ve sonunda, işi layıkıyla tamamlayıp ülkeme geri döndüm…
Fakülte biriminizin Türkiye’de karaciğer merkezleri arasındaki yeri neydi?
-O dönemde başka organ nakli yapan merkez yoktu. Amerika’dan organ naklini öğrenip dönmüş genç bir cerrah olarak, fakültemizde gerçekleştirdiğimiz ilk nakil gururunu yaşadım. Ben fakültede kurucu olamayacak kadar genç olduğum için, ilk karaciğer naklini gerçekleştirirken, dönemin en iyi hocaları asistanlığımı yaptı. Kimse, “Kenara geç, bize karşıdan öğret de biz yapalım” demedi. Rahmetli Ali Uras Hoca’mız, ekibin başkanıydı. Ameliyatı saatlerce izleme nezaketi gösterdi. İlk vakanın şerefini de onlarla birlikte yaşadım. Sonra da uzun yıllar merkezin başkanlığını yürüttüm. O dönemde, yılda 20-30 tane yapıyorduk. Burada, yılda 120-130 tane yapıyoruz. İlk hastamız da 23 yıldır hayatta…
O ilk nakli yaptığınızda kaç yaşındaydınız?
-35. 91 senesiydi…
İlk canlıdan karaciğer naklinizi nasıl anımsıyorsunuz şimdi?
-İstanbul Tıp Fakültesi’nde canlı nakile başlamak istiyoruz ama biraz çekingeniz. O günlerde çocuk hastalıkları aciline çağrıldım. 10 yaşlarında bir çocuk, siroza bağlı varis kanaması nedeniyle ölmek üzereydi ve tek şansı karaciğer nakliydi. Ama ortada organ falan yoktu, bizim de bekleyecek zamanımız… Ani bir kararla, annesinin karaciğerinin sağ yarısını çocuğa naklettik ve çocuğun hayatı kurtuldu…
Görüşüyor musunuz o hastanızla?
-Birkaç yıl önce telefonum çaldı ve ahizenin diğer ucunda o hastam vardı. Kendisini tanıttı ve “Bugün bizim doğum günümüz!” dedi. Bu, müthiş bir duygu! Böyle uzun süre yaşayan hastaların çokluğu beni ayrıca mutlu ediyor…
HASTALARIMIN BANA MİNNET DUYMASINI İSTEMİYORUM
Hayatını kurtardığınız insanların size minnet duymasını istemiyorsunuz. “Ben senin hayatını kurtardım” duygusundan hoşlanmıyorsunuz. Neden?
-Devlet, şu anda sosyal güvenlik kapsamında organ naklini karşılıyor. Para veremeyecek durumda olan hastaların da bizim gibi alanındaki önemli merkezlerde rahatlıkla tedavi olabilmeleri ve parayı düşünmeden kapımızı çalabilmeleri bizi çok rahatlatan bir durum. Hasta, ona nasıl davrandığımız, onunla ne kadar ilgilendiğimiz ve iyileşecek olmasıyla ilgileniyor. Ama bazen bu boyutunu o kadar aşıyor ki, karşınızdaki kişi, ne isterseniz yapacak ve sizin için her türlü fedakarlığa katlanacak hale geliyor. O zaman da biz eziliyoruz, “Biz aslında bunu bir karşılık için yapmadık ki” hissi yaşıyoruz. Çünkü bizim için önemli olan, bizi besleyen ve yaptığımız işin karşılığını veren aslında hastanın iyileşerek normal yaşamına dönmesi. O yüzden de hastaların, minnet duyması beni sevindirmek bir yana, üzüyor! Bu nedenle onlarla sadece hasta-hekim ilişkisi kuruyorum. Beni birkaç sene sonra iyi olduklarını söylemek için aradıklarında çok mutlu oluyorum o kadar. Kısa bir teşekkür evet ama “Ben sizin hakkınızı nasıl öderim” yaklaşımı beni üzüyor ve sıkıyor.
HAYATIMIN VAZGEÇİLMEZ İKİ DENİZİ
Kınalıada’da doğup büyümüşsünüz. Adalı olmak sizin için ne ifade ediyor?
– İnsanlar genellikle büyüdükleri çevrede hep kendine benzeyen kişilerle bir arada olmayı seçer. Ada ise farklı kültürlerin ve dinlerin bir arada yaşadığı, eriyip birbirine kaynaştığı bir yerdir. Adada birlikte olacağınız ınsinları siz seçmezsiniz, kader seçer! Ben Musevi, Süryani, Ermeni, Rum ve Müslümanlarla aynı ortamda bir arada büyüdüm. Ve şahane bir çocukluk geçirdim…
Kozmopolit Kınalıada’nın hayatınıza yön vermede bir etkisi oldu mu?
-Olmaz mı? Adalı olmak bana, çevreme çok daha farklı gözle bakmayı da öğretti. Tek düze, tek tip insanlar yerine, farklı kültür, din ve dile sahip insanlarla bir arada olabilmeyi, onlardan bir şeyler öğrenebilmeyi, kendimi onların yerine koyabilmeyi…
Sizin için deniz ne kadar vazgeçilmez?
-Çoooook! Biz adalılar doğuştan denizciyizdir. En küçük çocuk bile top oynamaktan ziyade, bir oltayı iskeleden atıp oradan balık yakalamaktan zevk alır. Babam hayattayken onunla balığa çıkardık. Babam, hayatının bir döneminde, profesyonel balıkçılık da yapmış. Kendisini ve ailesini böyle geçindirmiş. Dolayısıyla işi profesyonelinden öğrendim. Yelken merakım ve yelkenim de var. Stresimi, yelkenle geçirdiğim birkaç günde atıyorum ve kendimi sıfırlıyorum. O nedenle deniz hayatıma girdi ve çıkmadı! Bu kadar fizik yorgunluk ve stres yoğun bir iş yapıyorsanız bu biriken basıncı boşaltacak bir sistem geliştirmeniz gerekir. Deniz bende bunu sağlıyor. Eşim Deniz ile birlikte rüzgarda yelken açıp saatlerce denizde yol almak da, suskun oturup saatlerce denizi seyretmek de beni dinlendiriyor. Yani stresimi atmakta iki denizin de rolü çok büyük!
Doktor olmanız anneniz sayesinde. Peki, babanız sayesinde kazandığınız özellikleriniz…
– Babam, el mahareti çok üstün bir insandı. Çok iyi resim ve heykel yapardı. Evimiz herhangi bir tamirhanede olmayacağı kadar alet doluydu. Ada’da yaşadığımız günlerde hayatım onun el becerileriyle yaptığı işleri seyrederek geçmiştir. Şimdi görüyorum ki, benim yaptığım iş de el becerisiyle ilgili…
Bale kursuna giden kızlarınıza el beceriniz sayesinde en güzel topuzu yapıyormuşsunuz… Ne şahane!
-Evet, o topuzların özenle yapılması ve filenin topuza geçirilmesi gibi bir mecburiyet vardı. Ben de fena değildim bu topuz mevzuunda. Kızlarımın saçlarını az hazırlamadım. Bir gün çocuklardan birinin annesinin işi çıkmış, babası getirmişti. Adam uğraşıyor, yapamıyor. Dedi ki; “Beyefendi siz çok iyi yapıyorsunuz. Bizim kızınkini de yapar mısın?” Ona da yardım ettim. Duruma göre kuaförlük de yapabilirim yani!
Sizin gurmeliğiniz de var…
-Evet. Ben bir seyahate gideceksem, o seyahatte en iyi yemeğin nerede yeneceğini araştırarak giderim. Bu yemek yemeğe düşkünlük, çevrenizde de öyle bir arkadaş grubu oluşturuyor.
Dillere destan bir döner merakınız da var. O nasıl başladı?
– Babam yıllar önce de döner yapmaya merak sardı. O kadar ki, 40 yıl boyunca her yaz, iki üç defa bütün arkadaşlarını toplar ve evdeki döner makinesiyle özel döner hazırlardı. Kasaptan etleri kendi alır, kendi keser, kendi terbiye eder, kendi dizer ve o özel günde özel aşçı kıyafetleriyle kendisi sunardı…
Siz de yıllarca izlediniz ve öğrendiniz öyle mi?
-Aynen öyle!
Bir gün birlikte yiyebilmek dileğiyle… Bu güzel sohbet için çok çok teşekkür ederim…
-Asıl ben teşekkür ederim!