O toprak, o koku…

Yayınlama: 03.07.2015
Düzenleme: 03.07.2015 15:03
A+
A-

O toprak, o koku…

1915 yılının 24 Nisan gününü anıp ağıtlar yakarken, ülkemde yaşayan Ermeniler, dünya Ermenilerinin de yaptığı gibi, aile ağaçlarının dökümünü kaleme aldılar. Bu talihsiz anılarla büyüyenler veya sadece okumakla yetinenler tabii ki üzüldüler. Ben demek ki bu konuda mutlu bir insanım çünkü anne ve baba tarafımdan bu zulmü yaşayan akrabam yok ve hayat boyu bu acılar bana anlatılmadı ta ki “Sarı Gelin” belgeselinin tercümelerini yapana kadar. İşte o zaman ben de kendi kendime yıllarca birlikte yaşayan insanlar nasıl bu durumlara düşmüş, ne kadar çok aldatılmış, ne kadar kullanılmış ve cehalet ne kadar baskınmış dedim. İnsanlar bir anda ne kadar acımasız olabilmişler, bir kötülük bin kötülük getirmiş. Doğal olarak benim de içim burkuldu. Baktım ki her telden ayrı nağmeler çalınıyor, her taraftan bürokratlar, tarihçiler, sosyologlar hala acı çeken bir milletin peşine düşmüşler, şerefsizce rant bekliyorlar. Sokaktaki insanın ifadesi, belgeler, bir asır gizli kalmış yürek yakan yaşanmış acılar dile gelince, kim olursa olsun tarihi sil baştan yaşamak ve yaşatmak istiyor fakat bu mümkün değil.

Tüm yurtta 1915 yılında acı çekerek, acı vererek vefat eden Ermeni vatandaşların ruhları için dualar okundu. Ben de dua ettim ama onların ruhlarını hafifletmek için Tanrıdan iki taraflı anlayış, barış ve sevgi diledim. Onlar da kendi çektikleri kahrı kendilerinden sonraki nesillerin çekmesini istemezlerdi, ne de olsa yaşadıkları devire bakılınca kültürlü insanlardı. Anadolu’da okullar kurmuşlar ve eğitime önem vermişler, bunu Ermeni alfabesi ile yazılmış Türkçe sözlüklerden ve kitaplardan da anlayabiliriz. Tehcir sonrası yerleştikleri her ülkede ibadethanelerin yanına muhakkak bir okul açmışlar.

Şimdi ne olacak? Avrupa ülkelerinin oyunlarına gelmemeye dikkat edeceğiz. Hayatta her sorunu çözmek için ilkin istemek ve sonra da güzel adımlar atmak gerekir. Mümkün olan şeyleri arzu etmek, gelecek nesilleri düşünmek gerekir. Akıllı, zeki ve kültürlü insanlarla ve ancak biz bize huzur bulabiliriz. Bizler ne zamandan beri komşuluğu, dostluğu, paylaşmayı unuttuk? Bir somun ekmeği ne zamandan beri bölüşüp karnımızı doyurmayı unuttuk? Biz bize yeteriz. Derdimizi de paylaşır, çözümünü de üretebiliriz.

Tanrım duamı kabul et, bitsin artık bu sıkıntılar diye düşünürken, arkadaşımın hatırlatmasıyla, kendimi Şişli Kent Kültür Merkezi, Mıgırdiç Margosyan’ın aynı adlı eserinden uyarlanan ve Yusuf Kenan Beysülen’in yönettiği “Gavur Mahallesi” adlı belgesel filmin galasında buldum.

Mıgırdiç Margosyan, Diyarbakırın Hançepek Gavur Mahallesinde doğmuş büyümüş, yüreğini ve aile büyüklerinin mezarını doğduğu topraklarda bırakıp ana dilini öğrenmek için İstanbul’a gönderilmiş ve daha sonra ailesi de İstanbul’a gelip yerleşmiş. Çocukluğunda öğrendiği ilk iki kelime, ekmek ve su iken ailesi bunlara ilaveten doğduğu toprakları unutmaması için kendisine Hançepekli olduğunu defalarca hatırlatırmış, böylece Hançepek, küçük Mıgırdiçin kelime dağarcığına üçüncü kelime olarak girip adeta beynine işlemiş.

Yarım asır geçtikten sonra Mıgırdiç Margosyan geçen yıl Diyarbakır’a gitmiş ve doğduğu toprakları adım adım gezerken bizlere çocukluk yıllarını, ailesini, eski Diyarbakır’ın Müslüman, Hıristiyan ve Musevi ailelerin yaşantısını, evleri, kapıları, sokakları, adım adım gezerek, eski Diyarbakır esnafını lakaplarıyla saygıyla anarken, mesleklerini de çarşıları gezerek ayrı ayrı anlatmış.

Çocuksu duygular, anılar, acılarla yüreği burkulurken, sokaktaki insanlarla muhabbeti ve ömür boyu süren özlem bir sevgi yumağı olmuş Mıgırdiç Marosyanın gönlünde. Sabit bakışlarının ardında gizlenen suskunluğunda yılların film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğini hissettirmemek için uzaktan Dicle nehrini seyreder gibi dondurmuş bakışlarını.

Türkiye Ermenilerinin Anadolu’daki en büyük kilisesi Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesidir. Ermeni cemaati tarafından ve Diyarbakır Belediyesinin yardımlarıyla onarılmıştır. Kilisenin açılış ayinine katılmadan önce, Mıgırdiç Margosyan, doğduğu sokağa kendi adının verildiği tabelayı okurken “Keşke bugün bu tabelaya benim adım yazılmasaydı da bu sokakta hala birkaç Ermeni aile kalabilseydi çünkü onlar kendi özgür iradeleri ile bu toprakları bırakıp gitmediler, onların bileti kesildi” dedi.

Hayat kısa, sandığımızdan da kısa. Fransızların bir sözü var “İyi biten her şey iyidir” derler. Her insanın anlatacak bir hikâyesi var. Kaderciler galiba işin kolayına kaçıp, kaderde ne yazılmışsa o olur diyorlar. Bazı insanlar da sürekli çabalarlar, didişirler, bir şeyleri düzeltmeye çalışırlar ve böylece hayatın gidişatından kendilerine de bir pay çıkarırlar. Dünyaya nasıl geldiğimizi bilemiyoruz, sadece bize anlatılanı biliyoruz. Nasıl ve nereye gideceğimiz de belli değil. Nasıl ve ne zaman? Elimizde kâğıt kalem yok ama biz kendi romanımızı yazıyoruz. Kelimeler kâh keyifli kâh hüzünlü, kâh gülüyor kâh ağlıyoruz, sayfalar dolup taşıyor ama romanın sonunu biz yazmadan başkaları okuyor. Varsın kelimeler artık güzelleşsin, duygular paylaşılsın, kardeşçe, sevgi ile dolduralım sahifeleri ve iyi biten her şey iyi olsun.

Bir Yorum Yazın

This site is protected by reCAPTCHA and the Google Privacy Policy and Terms of Service apply.

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.

Exit mobile version