Adalı dostlar gelin sevgili Nilüfer Uzunoğlu’na kulak verelim….
Çocukken ne iyiydim; bilmezdim görmezdim dünyanın dertlerini ne de zorluklarını…
Daha bir üzüntüm yokken, bin neşem vardı.. Bir sevgilim yokken bin sevdiğim vardı.
Unutmam renklerini, komşunun tavukları, komşunun tavşanları, kırmızı başlı saka kuşları.. Annem tertemiz pantalon giydirirdi ben ceplerine bazen tuttuğum balıkları bazen bilya, erik, badem koyardım…
Burgazadası benim için bir kıta idi, mesela Avustralya; Marmara bir okyanus bir çırçır balığı bir yunus, evimizin bahçesinin duvarları Çin Seddi ve ben bu alemin bir küçük macera adamıydım..
Ne büyüktü, ne uzundu annemin babamın boyu; Bahçedeki o ayva ağacının ne kadar tatlıydı meyvaları! Ama şimdi her şey küçük her yer dar, dünya bile küçücük acı ayvalar kadar..
Hakikaten öyleydi bizim için; küçücük çocukken şu
ormanda çok geçti hayatımız. Ormanı karış karış bilirdik. Mantar toplardık;
Kanlıca mantarı dünyanın en lezzetli mantarıdır.
İlk mektebi bitiriyorum, pekiyi ile bitirmem lazım Şişli’deki ilk mektebi… Babam “pekiyi ile bitirirsen sana bir kayık alırım” gibi bir laf etmişti galiba… Herkesin bir kayığı var ben de kayık istiyorum… Bitti mektep hakikaten, pekiyi ile mezun oldum çünkü Galatasaray Lisesi’ne gireceğim, Galatasaray pekiyi ile mezun olanları alıyor. Bir de öğretmen bizi topladı Sultan Ahmet’e götürdü camileri geziyoruz falan orada burada dua ederseniz duanız olur gibi bir şeyler söyledi; ben de babam bana kayık alsın babam bana kayık alsın diye dua ettim. Neyse geçti o, kış bitti mektep de bitti babamla adaya gittik, iskeleden çıktık; bak tam bu otel var ya o büyük bina, onun önünde; Andon Usta diye burada benim çok sevdiğim usta, tornacı bir adam onun oğlu o da meraklı denize falan, oturmuş bir iskemleye önünde bir kayık; yeni yaplmış gıcır gıcır… Kürekleri, demiri, demir ipi her şeyi komple böyle duruyor. Biz babamla geçerken Andon usta; Nafiz Bey dedi, “bak bu kayığı yeni yaptırdım. Ben 5,5 metre dedim onlar 5 metre yapmış, kızdım satıyorum, bunu yeniden yaptıracağım, 5 metre istiyorum ben, alın bunu çocuğunuza yahu” dedi, beni de gösteriyor…
Kaç para bu … dedi babam, 50 lira dedi… O zaman 50 lira komple bir kayık, hakikaten de güzel yaptırmış adam anlıyor… Babam çıkardı 50 lirayı al dedi… Andon Usta da “al dedi, kayık senin”… Hemen gittim bizim tayfayı topladım, bir sürü çocuk aldık kayığı gittik… Bu olay bizim başlangıcımız oldu, ondan sonra boyuna biz Sivri’ye Yassı’ya balığa… O kayık senelerce gitti, ismini de Meltem koyduk… Ondan sonra üç dört kayık daha yaptırdım Ayvansaray’da.
Kaç senelik adalıyım; bir şiirle başlayayım o zaman;
Ben Burgazadası’nda doğdum büyüdüm..
Adada ne yapılır; balık tuttum ve yürüdüm..
Hepsi bu kadar mı deme
Ağzımı açtırma benim,
Anlatmakla bitmez söyleyeceklerim;
Çalgılı gazinolar Rumca şarkılar,
Sevgilim de vardı bir zamanlar..
Kalpazankaya’da gurub;
Herşey şefaf ve berraksı
Denizin sonu yok ufuklarda
Kırmızı herşey kırmızı
Güneş yarım batmış sularda
Sadece iki karartı var uzaklarda
Taa uzaklarda hayırsız adalar..
Gökyüzünde martılar devamlı uçuyorlar
Denizde birkaç kayık çapari yapıyorlar
Masalarda mezeler, kadehlerde rakılar
Yaşamak buna derler Burgazadası’nda..
Bu şiiri eski lokantada söyledim, bir iki tane Ermeni vardı Kalpazankaya’da bir alkış koptu arakadan şaşırdım kaldım…
Vallahi ada bambaşka bir yerdi şimdikiyle hiç alakası yok… Yani o zaman biz içinde olduğumuz için anlayamıyorduk ama şimdi o günleri düşündüğüm zaman sanki bir masal diyarı gibi bir yer… Bir kere balıkçı adaydı, kışın uskumru, palamut, torik, orkinos balıkçılığı herkes balıkçılık yapardı; lüfer, çinakop çok balık vardı adada. Zaten Saik Faik yazmıştır; “bizim ada balıkçı adasıdır” diye. Halbuki şimdi alakası yok, balık malık birşey yok, kalmadı.
Sonra neme lazım bizim çok Rum arkadaşlarımız vardı. Bizim Türk, Rum karışık, bir iki tane Yahudi, İtalyan falan da o zamanki ada kozmopolit bir yerdi Almanlar vardı; İtalyanlar vardı ama çoğunluğu Rumdu. Bir de Türkler gelmeye başlamıştı, Türk yoktu eskiden Burgaz’da bütün esnaf olduğu gibi bizden evvel Rumdu hiç Türk yok. Türk olarak yalnız polis, karakol vs. resmi makamlar bunun dışında Türk yoktu. İşte İstiklal Harbinden sonra kaç senesinde babam gelmiş, Doktor Medeni Bey sanatoryum açmış orda biliyorsunuz orayı ondan sonra Rus sefiri Nebil Bey, Batı Rus sefiri miydi Japon sefiri miydi onlar böyle bir iki aile hepsi de bey yani çapulcu değil kişilik sahibi insanlar gelmişler, ondan sonra sizin büyükbabanız falan derken yavaş- yavaş Türkler adaya gelmişler. Tabii cami falan yok, cami sonra yapıldı ihtiyaç doğdu tabii. O zamanlar böyle bir adaydı burası hiç ayrı- gayrı da yoktu aramızda.
Meşhur yazarımız Sait Faik Abasıyanık Burgazadası sahilnde
Her şey yeni yapılıyordu… kulüpler , o kulüp (A.S.S.K’yı gösteriyor) yoktu orda orası taşlıktı… Bizim kulüp (Deniz Kulübü) tahtadan, tahta perde böyle kabineler falan vardı, işte her türlü insan Rum, Türk, Yahudi.. İlk yıllarda gelen Yahudiler esnaftı, İstanbul’dan gemiyle gelirlerdi denize girip tekrar giderlerdi. Sonra yavaş yavaş zenginleştiler ve kulübe üye oldular… Üye bulamıyorduk kulübe 250 lira mıydı 100 lira mıydı üyelik onu bile veremiyorlardı. Şimdi dünyanın parası alınıyor, herkes de veriyor.
Ada Eğlenceleri
Eğlenceler işte umumiyetle… Yok şaka maka değil o zamanlar böyle şimdiki orkestra şeyleri, pis davul aletleri yoktu… Şimdi pis bir davul çalıyor sinirime dokunuyor o tıstaktıstak!! O tempodur o müzik değil ki onu müzik zannediyorlar çalıyorlar tıstaktıstak… bir de davul güm güm… ne şarkı söyleyenin sesini duyabiliyorsun ne bir şey… Hele uzaktan, sırf davulun sesi geliyor; Heybeli’den geliyor kulüpten geliyor buraya sırf davul güm güm güm… Neyse şimdi yasak ettiler de rahatladık, ilk başta rezaletti canım uyuyamıyorduk ikilere üçlere kadar öyle müzik mi olur yaa…
Halbuki ondan evvelki o söylediğim devir romantik devirdi; Yunan, Fransız, Alman, Amerikan.. Amerikan filmlerini düşünün o zamanki harpten sonraki Amerikan filmlerini, müzikal filmleri, ne güzel filmlerdi ne müzikler vardı orada… Larissa Radyosu Yunanistan’ın, aç her gün müzik, aşk şarkıları böyle davul mavul yok… Bende hepsi vardı o plakların hepsini alırdım çalardım, gramofonla o zaman.. Benim gramofonum vardı ben bayağı sükse yapıyordum…
Heybeliye giderdik, benim Heybelide sevgilim vardı Rum…. Gramofonla giderdim o Rumca plaklar filan öyleydi… Denizde Heybeli ile Burgaz arasında büyük bir alışveriş vardı bu karşıki Abbas Paşa plajı ile bizim ada arasında çok gidiş geliş olurdu… Cumartesi günleri orada müzik olurdu buradan kayıklara binilir gidilir…Sonra o zamanlar akordeon falan çalanlar vardı şimdi yok onlar… Taki Çenerini vardı mesela; büyük çapta bir akordeon ustasıydı… Paradisos’ta o her Pazar müzik yapardı… Bütün İstanbul’dan gelir dans ederlerdi… Paradisos’ta biliyorsun gazino vardı… Burada da Indos vardı, işte burada da Andrea Adalı diye birisi işletiyordu, o da pikap müziği koyardı bütün ablam, arkadaşları hep beraber oraya kafilelerle gidilir, dans edilir saat 12 oldu mu paydos… Nedense öyle idi o zaman…
Orada bir hürriyet vardı, kasten veriliyordu o hürriyet… Rumlar böyle hüüü… kiliselerde eğlenceler bilmem neler yapılırdı hep biz de giderdik… Üzüm panayırları Hristos’ta falan… Böyle eğlenceli bir devirdi o…
Rumların gidişi
Sonra yavaş yavaş bunlar bozuldu nedense, bilmiyorum… Gerçi Demokrat Parti devrinde de birşey yapılmadı yani eziyet çektirilmedi millete ama o hava gitti… Nerden gitti, o da Kıbrıs meselesi… Kıbrıs, 6-7 Eylül… Hele o 6-7 Eylül bir felakettir yani yaşayan bilir onu… İstanbul’da ayağınız yere değmezdi.. Bütün o hanlardan çıkan kumaşlar yırtılmış, yerlerde, kumaşın üstünde yürüyorsun… Köprüden geçtim ben kumaşın üstünde, her tarafta buzdolapları, çamaşır makinaları parça parça böyle korkunç birşeydi o yaa…
Eee tabi o Rumlar ne oldu, korktular… Ee bir de tekrar Kıbrıs meselesi… kaçtı gitti hepsi… Korkudan kaçtılar çünkü onlarda bir kanaat hasıl oldu, her 20-25 senede bir bize bir tokat gelecek… Öyle olmadı ama öyle zannettiler… Bilhassa kadınlar çok korktu, kadınlar çocuklarını kurtarmak için buradan kaçtılar.. Erkekler biraz iş hayatları olduğu için Türklerle haşır neşirdi ama kadınlar evde o şeyin içine girmiyorlardı, o havanın içine.. Kilisenin de çok tesiri oldu. Kilise de gizli gizli uyarıyordu insanları, biz hissediyoruz onu..
Rumlar gitti.. Rumlar gidince de Rumların dükkanları (o zaman bütün dükkanlar, esnaf hepsi Rumdu), eczacıya varıncaya kadar Rumdu… Dedim ya belediye doktoru, komiser, iki polis bir de nahiye müdürü vardı Türk olarak diğer bütün esnaf, bakkallar hepsi Rum’du.. Onların yanlarında da Erzincan’dan, bizim burada böyle başka yerlerde nasıl bilmiyorum; Erzincan’dan gelenler çalışırlardı; çırak olarak… İşte onlara kaldı dükkanlar.. Onlar para biriktirmiş, yememiş içmemiş 3 kuruş 5 kuruş, patron gidiyor ‘ Patron diyor bana bırak..şu kadar para al bunu sonra sana daha da gönderirim.’ Hükümet de biraz müsaade etti gitsinler diye.. Biraz politikaydı o, gittiler..; kötülemek için söylemiyorum ama o hava gitti.. Rumların havası başka.. Rumlar meyhaneci, içkici, şakacı, eğlenceli insanlardı.. Yeni gelenler daha sıfırdan başlayacaklar da yavaş yavaş oraya gelecekler.. Geliyorlar gerçi yavaş yavaş ama..
Şimdi ben kalkıp da Rumları methedecek değilim ben Türküm ama bir de hakikat var.. Beyoğlu’nda terzimiz vardı Rum, Beyoğlu’nda meyhaneye giderdik sahibi Rum, bütün şey Rumlardan görüyorduk hizmet.. Sonra Rum meyhaneleri nerede, ne güzel Rum meyhaneleri vardı küçük küçük mezeler, bir ufak şişe rakı.. Beyoğlu’nda pasajda Dimitro diye bir meyhaneci vardı, giderdik oraya mektepten çıkınca 3-4 kişi 2,5 lira adam başı, o zaman içiyorduk da gençtik..Bir ufak şişe rakı yanında 12 türlü meze bak 12 türlü meze ne olabilir, sayamazsın.. Ne istersen say, küçük- küçük tekir balıkları, midye tava, midye plaki, börekler borekakiler, üçgen-üçgen muska börekleri, salatası malatası 2,5 lira.. Doyuyorsun onunla tıka basa, kafayı da buluyorsun bir şişe rakıyla; böyle meyhaneler vardı.. Adada da vardı çok güzel yemekler mezeler vardı.. Hatta o Rumlar gitti duyduğuma göre Atina’da da meyhaneciliği oraya da öğretmişler, buradan gidenler öğretmiş Bizans Rumları.. Ondan sonra terzimiz Rum bilmem nemiz Rum böyleydi yani..
Çok Rum vardı yaa hepsi nasıl gittiler…….
Kaçak-kaçak gittiler, korkarak gittiler.. Malını satıyor, parasını götürecek tabii, acaba bırakırlar mı, bırakmazlar mı.. Arada bazı gammazlayanlar da oldu.. İşte böyle gittiler..
Balıkçılık ve Sivri ada günleri..
Şimdiki ada saman, saman gibi bir yer….. Şu.. Bak denize bak.. Git dal bir tane balık bulamazsın.. Boş… Boş bir deniz.. Şurda bak bir tane kayık var mı balık tutan…
Son zamanlara kadar iyi kötü mezgit, küçük mezgitler vardı, Karadeniz mezgiti diyorlardı çok vardı iyi kötü onu tutarlardı, istavrit falan, o da yok bitti!.. Şimdi çıksam ben balığa şuralarda bir iki tane kırlangıç tutarım, ben biliyorum buraları, çok onu da bilmez herkes.. Kırlangıç var, biraz görüyorum balıkçılarda…
Sonra Sivriada’ya gidiyorduk biz, benim dört aylık beş aylık yazımın bir ayı Sivriadada geçerdi, en az.. Buradan binerdik kayığa, eskiden kürekle o zaman on beş on altı yaşlarındaydık kürekle giderdik, kürekle gelirdik.. Sonra motorlar çıktı Evinrude, Johnson falan.. Bir Evinrude aldım üç buçuk beygir sonra bir tane beş buçuk beygir aldım ohhh rahatladık motorla.. Beş saat kürek çektiğim olurdu, kürek mahkumu gibiydik.. Gidiyorduk Sivri’ye çadır kurduyduk orda, çadır bizim dururdu orda.. Buradan binerdik, mezeleri şarapları alır giderdik.. Şimdi, İstanbul’dan çalışıp gelen arkadaşlar; “nerede bunlar?.. Sivrideler!”; neee!!! haydi onlar da bir kayık bulur hoop bir motor daha gelir, bir kayık daha gelir dolardık oraya, Sivri’ye..
Sabah balığa çıkardık, balık tutardık gece ayla tutardık ayla!! Böyle Mercanlar
( ellerini kocaman açarak gösteriyor) nerde onlar, şimdi yok.. Sonra
on-on beş tane arkadaşım vardı adada çok yakın, hepsi gitti, hepsi öldü..
Muvakkar (Muvakkar Orhan) vardı mesela balıkçılıkta çok ileri aşırı
giden bir arkadaş, ekstremist bir adamdı orkinos, kılıç büyük işlere
girişirdi… Neydi o orkinoslar bir zamanlar, bitti yok, bitirdiler…
Mercanlar, sinaritler, karagözler o balıklar gitti, nereye gitti bunlar? bitti bitti!!..
Zannediyorlar ki deniz kirlendi falan da balıklar gelmiyorlar, balık yok ki
gelsin canım… öyle zannediyorlar değil bitti!!… O koca-koca tekneleri
görüyorsun ağlar böyle onlara balık dayanır mı sonarları falan var onların
Görüp balıkları torik, palamut, lüfer bırakmıyorlar ki hemen buldukları
yerde çeviriyorlar.. İşte dedim ya daha evvel balıkçılığı dünyada öldüren
naylonun icadıdır.. Eskiden Burgaz’da çöpçülerin atı vardı, kuyruğundan kıl
çekerdik, kıl koparırdık.. Üç kılı koyarsın böyle kıvırırsın kıvırırsın döner
uçlarını bağlarsın yine üç tane kuyruk bir üç tane daha altı kat, dokuz kat, 12
kat onları tekrar üç-üç- üç olta yapardık, naylon yoktu, at kuyruğu kılından
olta yapardık… Ondan sonra İngiliz siciminden olta yapardık kalın kaba, su tutar
akıntı varsa falan… Sonra naylon çıktı, naylon korkunç! Dibe takıyorsun
oltayı, kurtarmak istiyorsun, koparamıyorsun yahu!.. Oltalarla düşün nasıl
balık tutulur eskiye nazaran.. Bir de ağlar yapıldı ki bu ağların
fabrikaları kuruldu; tıkır tıkır ağ çıkartıyor namütenayi yüz kulaç
derinliğinde ağlar buradan Heybeliye kadar istediğin kadar ağ.. E
buna balık mı dayanır yahu.. Japonlar bütün dünyayı kuruttu bu naylon ağlarla
ve buna tedbir alan yok; şimdi biraz yasaklandı falan bazı mevsimler, yumurtlama
mevsimleri biraz faydası oluyor onun ama yine eksik..
ADAGAZETESİ – Burgazadası anı