Sahnenin Gizli Nefesi: Bir Sesin İzinde

Sahnenin Gizli Nefesi: Bir Sesin İzinde
Yayınlama: 30.11.2025
A+
A-

Büyükada’da Kadıyoran Yokuşu’nun en üstündeki aile yadigârı küçük taş evde televizyon yok, internet sınırlı, sadece radyo var. Radyoda diziler, oyunlar, konuşmalar… İşte orada bir ses duyuyorsunuz. Tanıdıktır; yıllardır bildiğiniz, içinizi ısıtan bir sestir. Kulak verirsiniz ve içinizden bir “o” dersiniz sessizce. Ama hayır, o değildir. Olamaz. Sonra anlarsınız ki duyduğunuz, o büyük ustanın nesiller boyu süren bir mirasıdır. Tıpkı Yıldız Kenter’in sesi gibi… Öyle bir sestir ki bu, yalnızca kulağa değil, ruha da hitap eder. Onu duyduğunuz her sahnede, her ekranda, bir sanatçının -naif bir özlemle, farkında dahi olmadan- o büyük sesi taklit ettiğini fark edersiniz. İşte o an, bir sesin bir sanatı nasıl da sonsuza dek şekillendirebileceğini anlarsınız.

Yıldız Kenter, yalnızca bir oyuncu değil; bir ses mimarıydı. Her kelimesi bir fırça darbesi gibi ince ince işlenirdi. Titreyişi, vurgusu, suskunluğu bile bir anlam taşırdı. Onun sesi, sahnede yankılandığı gibi Türk tiyatrosunun ve sinemasının hafızasına da kazındı. Öyle ki, ondan sonra gelen nice değerli sanatçı, belki de farkında olmadan o eşsiz tınıyı, o duygu yüklü tonlamaları kendi seslerine taşıdılar. Bu bir taklit değil, belki de bir özlemdi. Belki de mükemmel olana duyulan içgüdüsel bir yakınlaşma.

Aynı durum, bir diğer dev Cüneyt Gökçer için de geçerlidir. Onun tok, derinden gelen, sahnede çınlayan sesi, erkeksi bir zarafetin ve otoritenin simgesi oldu. O sesi duymak, bir karakteri değil, bir efsaneyi dinlemek gibiydi. Gökçer’in o gür sesi de, tıpkı Kenter’in incelikli tonlamaları gibi, sonraki kuşaklar üzerinde silinmez bir iz bıraktı. Bugün bir dizide bir aktörün sesini dinlerken ya da bir tiyatro oyununda bir monoloğu izlerken içinizde bir şeylerin titrediğini hissederseniz, bilin ki o, bu iki büyük hocanın sanatımıza bıraktığı görünmez bir imzadır.

Bu, Türk sanat hayatını etkilemekten öte, onun DNA’sına işlemiş bir durumdur. Yıldız Kenter ve Cüneyt Gökçer, yalnızca kendi oynadıkları rollerle değil; kendilerinden sonra gelen ve “güzel olan”ı arayan yüzlerce sanatçının sesiyle, ruhuyla ve duruşuyla var oldular. Onlar, hiçbir zaman sahneden inmeyen, perde kapandıktan sonra da kaybolmayan birer ışıktılar.

Bu, inanılır gibi değil, evet. Ama bir o kadar da hüzünlü ve güzel bir gerçek. Çünkü bu, sanatın gerçek gücünü gösterir: Ölümsüzlük yalnızca anılarda değil, yankılanan seslerdedir de. Ve o sesler, Yıldız Hoca’nın, Cüneyt Hoca’nın naif ve bir o kadar güçlü nefesiyle hâlâ aramızda dolaşıyor. Onları dinleyin; her bir kelimenin ardında, sevgiyle, saygıyla ve büyük bir özlemle yaşatılan bir miras var.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.

Exit mobile version