Yıl 1203 İstanbul’da (o zaman Konstantinapolis) 1195 ile 1203 yılları arasında kral III.Alexios Angelos idi, halk onu seviyordu, göreve sevilmeyen kardeşi yerine onu kör ederek gelmişti. Ama Haçlıların gözü İstanbul’daydı. İstanbul’u 1203 yılında, güya Venedik kenti önderliğinde kurulu Haçlı ordusu(Latinler) Jerusalem (Kudüs)ü müslimanlardan korumak, geri almak için yola çıkmışlardı. Güya Haçlı seferleri bir din hareketiydi. O dönemde İstanbul halkı çoğunlukla Ortodoks Hristiyan inancındaydı, ama dertleri din, inanç değil para servet olan Haçlılar kenti 1204 baharında başlayıp günlerce yağmaladılar, yapmadıkları katliam, soymadıkları ev, direnenlere tecavüzler, katliamlar ile tam 59 yıl İstanbul’u işgal ettiler, III.Alexios Angelos kenti 1203 yılında terk edip, İznik kentine (Nicea) taşıdı başkenti.Onun yerine kardeşi eski kral II.İsaiaikos ve oğlu yeni kral olarak atandı. Kral değişince işler daha da karıştı.İşgal ile birlikte V.Alekios Dukas isimli bir general komutayı üstlendi.
Kalyopi’nin ailesi kral Aleksios Angelos’un ailesiydi. Amcası tekrar kral olunca, 1203 yılında Nisan ayında ailesinden hayatta ve İstanbulda kalanlarla birlikte Prens Adalarına sürgüne, yani yarı hapse gönderildiler.
Dedem, aklındakileri düzgünce sıralayarak anlatmaya devam etti;
SARAY MUHAFIZI MİHAİL
Güzel Kalyopi eski kralın kızıydı. Babası kalan ordusuyla birlikte İznik kentine çekilmişti. Saray muhafızlığı yapan,bileği güçlü, yakışıklı Karaman Hristiyanı, Türkleşmiş Hristiyanlardan bir genç komutana, Mihail’e aşık olmuş, ama aralarındaki sınıf farkından birbirlerine yaklaşamıyorlardı.
Uzaktan bakışırlar, mesajlaşırlar, hepsi o. İkisi de ne yapacaklarını bilmeden aylar, yıllar geçti.
Sarayda darbe olunca, eski kral ordusu ve saray muhafızlarından elde kalanlarla sarayı boşaltmışlardı. Mihail şehirde kaldı, aşkı onun gitmesine engel olmuştu. Bir yolunu bulup tekrar saraya gitti ve Kalyopi’nin ailesiyle birlikte Prens Adalarına gönderildiğini öğrendi. Her şey karmakarışıktı, yeni gelenlerle eskiden kalanlar arasında görev dağılımında kimin sesi yüksekse, onun dediği oluyordu. Kayıkçılara biraz para, biraz da emir vererek, kendisini komutan saydırarak Adalara yola çıktı. Kınalı’ya (Proti)yeni gelen olmamıştı. Burgaz’a çıktı, orada tanıdıkları vardı yeni gelenlerden. Kalyopi’nin Heybeliada’ya(Halki) gittiğini öğrendi. Heybeliada’ya çıktı, kalbi yerinde durmuyordu. Yeni gelenlerin Adanın Büyükada (Prinkipo) tarafına bakan, uçurum manastırından 500 metre ilerde bir taş binada olduğunu öğrendi. Sahile gelip kayıkçıları Büyükada Heybeliada arasında gitmeye ikna etti, Büyükada Dil burnu hizasında kerteriz alınca, Kalyopi’nin binasını görüverdi. Dik kayalıklara yanaştı, burası iyi! dedi. Daha ileri gitseler yukarıya daha kolay çıkış yolu bulabilirlerdi, ama Çam limanı denilen yer Adanın Bakır madeninin çıkarılıp, işlendiği yerdi, çalışanlara ve muhafızlara yakalanabilirlerdi. Uçurumun altında kovuk gibi yere tekneyi bağlayıp, dik kayalarda bulduğu yollardan yukarı kadar çıkıp, eve 30 metre kadar yaklaştı. Tam karşısında bir su pınarı vardır. Yeni gelenlerin yaşaması için kaynak suyu önemliydi
Çam ağacının birisine sırtını dayayıp, dinlenip düşünürken bir ses duydu, Kalyopi elinde testi, suya geliyordu. Kalyopi’yi kimsenin takip etmediğinden emin olunca ona fısıltıyla seslendi. Kalyopi önce korktu, sesin geldiği yere döndü, sonra o beyaz yüzü pembeleşti, bayılacak gibi oldu. Etrafa bakındı, onlardan başka kimse yoktu. Testiyi bırakıp Mihail’e doğru seyirtti.
Sarıldılar, sessizce birbirlerini kokladılar. Olan biteni anlattılar hızlıca birbirlerine, ama hemen dönmesi lazımdı eve. Mihail, gece oraya geleceğini ve onu aşağıda denize bakan uçurumun başındaki taşın üzerinde bekleyeceğini söyledi. Anlaştılar. Mihail, kayıkçıları sabah onu almaları için geri, limana gönderdi. Gün batımından birkaç saat sonra mumlar sönünce, Kalyopi elinde mumla dışarı çıktı sessizce. Yürüdü uçar gibi uçurumun başına kadar. Mihail orada bekliyordu onu.
Mihail gündüzleri uyuyor, geceleri Kalyopi’yle beraber oluyordu. Seni alıp götüreceğim buradan! dedi Kalyopi’ye. Kalyopi dünden razıydı, bunu bütün Çamlar, Martılar biliyordu. Her akşam buluştuklarında kıyıda yakaladığı iri İstakoz ve Karagözleri pişirip Kalyopi’ye yediriyordu.
Bu böyle ne kadar devam edecekti ! Şehir karmakarışıktı. Latinlerin yapmadığı kötülük yoktu. Kadınların kollarında, boyunlarında gördükleri altınları almak için kol kesip, öldürüyorlardı.
Kendi grubundan kalan muhafız alayındaki arkadaşlarını toplayıp, Venedik öncüsü yağmacı askerleri kaldıkları yerlerde yakalayıp, ganimetlerini alıp etkisiz halde bırakıyorlar, bun da çok sessiz sedasız yapıyorlardı. Kimin kim olduğunun bilinmediği karmaşa ortamında kılıçları, zırhları ile görevdeki Romalı askerlerden sanıyorlardı onları. Sonra Ayvansaray’a indi, 6-7 metre boyunda yarı kapalı, korunaklı yeni bir sandalı altınlar karşılığında aldı. Gündüz gitmesi tehlikeli olabilirdi. Gece ihtiyaçlarını alıp sandala yükleyerek yola çıktı Asya sahili boyunca. Sabaha karşı şimdiki Dragos tarafına gelmişti. Etrafta birkaç balıkçı teknesi daha vardı. Bir şeyler yedi, uyudu.Uyandığında güneş daha batmamıştı. Suya atlayıp çıktı, kendine geldi, bir şeyler yiyip balığa çıkıyormuş gibi açıldı güneş batarken. Heybeli limana değil, Büyükada Dil burnu karşısına kerterizledi yönünü, akşam serinliğiyle birlikte rüzgar da çıkmıştı, hemen direğe sarılı yelkenini açıp sessizce gecenin içinden aşkına süzülmeye başladı. Karanlıkta pek de zor olmadı uçurum kilisesi fenerlerini görüp ilerisinde şimdiki Şafak bölgesini geçip küçük mağarayı bulması. Işığını görmüştü gelen teknenin Kalyopi. Bir sönüp bir yanıyordu, aynen anlaştıkları gibi. Aradan neredeyse 3 hafta geçmişti görüşmeyeli, olsun buna da şükür gibi bir şeyler söyledi içinden. sessizce süzüldü bahçeden uçurum kayasına doğru.
Deniz Emin Tüfekçi
Yarın: BÖLÜM V-MEHTAPLI GECELER