Yaza girmeden ufak bir tatili hak ettiğimizi düşünerek salt biraz dinlenmek için, kızım ve ben Eskişehirin yolunu tuttuk. Çiçeklerle ve heykellerle süslenmiş meydanlar karşıladı bizi, tertemiz yollar ve geniş bulvarların bakımlı binalarını seyrederek yolumuza devam ettik. Çarpıcı bir karşılamaydı ve insan manzaraları bizdekinden farklıydı. Yaşam kültürünün üst seviyelerde kalmasını yeğleyen Eskişehirliler İstanbula nazaran çok daha çağdaş bir imaj sergiliyorlar.
Ağaçlıklı ve ferah bulvarların geniş ve renkli kaldırımlarında, İstanbul şehir merkezinde ve maalesef Prens Adalarının daracık kaldırımlarında olduğu gibi, masalar sandalyeler insanların yürüyüşlerini engellemiyor ve egzoz kokularıyla nasıl oluyorsa ulu orta afiyetle yenen yemekler sergilenmiyor. Eskişehirde bir kibarlık var. Her meydanda bir sanat eseri, tarihi bir anı, çiçek bahçelerine karışmış kuş sesleri, meydanın etrafında alışveriş merkezleri, güzellik merkezleri, kültür merkezleri, restaurant’lar café’ler ve barlar sizi yaşama davet ediyor.
Eskişehirde Trafik sorunu yok. Trafik sizi boğmuyor, yıldırmıyor, illallah ettirmiyor. Tek sıkıntı, ışıkların fazla olmasıdır. Toplu taşımacılıkta kullanılan ve şehri bir ağ gibi saran Raylı Sistem, 2004 yılında Dünyanın En İyi Raylı Sistemi seçilmiş. Bu şehirde Metro taşımacılığı yapılamıyor çünkü şehrin altı metre derinliğinden su çıkıyor fakat bu ileri görüş ve bu azimle yıllar sonra suları kurutup Metro da hizmete sunulursa hiç şaşırmam. Gördüklerim bana bunu rahtlıkla yazdırdı.
Prf. Orhan Oğuz’un Eskişehirde kurduğu Anadolu Marmara Üniversitesinin girişinde, Yunus Emre, heykeli ile bizi karşılıyor. Beş yüz hektarlık bir araziye kurulmuş bir şehirdi orası. İnsanca yaşamak, kültürden, sanattan, bilgiden, güncel hayattan ve doğadan uzakta kalmamak için gereken her şey titizlikle düşünülmüş. Üniversiteli gençler çok şanslı ve mutlu olmalılar. Şehirde zaten genç nüfus kolaylıkla fark ediliyor. Şehrin çıkışındaki Osman Gazi Üniversitesi, Osmanlıların kurucusu Osman Beyin heykeline çok yakın bir konumda, kültürel özelliğini koruyor.
Ya Odun Pazarı Evleri…Etilerden bu yana her bir medeniyetin bıraktığı tarihi ve askeri özelliklerini biliyor da Eskişehir, değerleri ile karşımızda yeni gelin gibi süzülüveriyor. Odun Pazarı Evleri aslına uygun olarak restore edilirken kök boyalar kullanılmış. Rengârenk Odun Pazarı Konaklarının karşısında modern şehir yıllara eşlik ediyor. Osmanlı devrinde Odun Pazarı Evlerinin kapısında, gelen kişinin kadın mı erkek mi olduğu anlaşılması için ayrı ayrı ses veren iki tokmak bulunurmuş. Öyle ya, kim gelmiş? Her halde kapı ona uygun bir şekilde açılıyordu o devirde.
Odun Pazarı Konakları arasından biri de Cam Sanatı Müzesi olarak kullanılıyor. Ödüllü sanat eserleri beğenilerinize sunuluyor. En az dört yıllık kurslardan sonra sanatsal güzelliklere imza atanların içinde yabancı isimler dikkat çekiyor. Ya resim Müzesi, ya modacıların şimdi bile örnek alabilecekleri kıyafetler, şapkalar, kaftanlar!!!! O nasıl bir şıklık, nasıl bir zarafet!!!!
Geldik Eskişehirin Sanat Merkezine. Kanuni Sultan Süleyman devri olur da Mimar Sinanın eserleri olmaz mı? Bunu rehberimizden duyunca külliyenin mimarisine neden hayran kaldığımı anladım. Şansımıza külliyede Cam Festivali vardı ve biz soğuk ve sıcak camın nasıl işlendiğini laiki ile öğrendik.
Külliyede her türlü el sanatı sergileniyor. Oyalar, halı dokumacılığı, takılar, el işleri vs..vs.. Lületaşından heykelcikler, biblolar, her türlü süs eşyası ve Tuba hanımın eşsiz ebruları göz kamaştırıyor.
Koşa koşa gidip yardım amaçlı düzenlenen kermesi geziyorum. Hanımlar pastanelere taş çıkartırcasına kekler, börekler, pastalarla iştah kabartıyorlar ama ben iştahımı çi böreğe saklıyorum. Çiğ değil, çi börek. En iyi börek demekmiş ve tatar yemeği imiş. Eskişehirliler çoğunlukla göçmen. Arnavutlar, Kafkasyadan göç edenler, Tatarlar çoğunlukta. Yerli halk aralarında “Tatarım, Tatarım, sen çalış ben yatarım” derlermiş. Eskişehirde hayat da ucuz. Bir damacana suyun bir buçuk TL.ye satıldığını düşünürsek İstanbulda bir tabak salataya verdiğim paraya nefis bir yemek yediğime şaşırmadım. Eskişehir geceleri de renkli geçiyor. Barlar sokağı çok hareketli, yerli ve yabancı turistler doldurmuş dükkânları. Canlı müzik eşliğinde yemek yemeyi seviyorlar.
Sazova Parkı küçük bir Disneyland ve hiçbir ödenek alınamadan yapılmış. Hayal Şatosu, Korsan Gemisi, eğlence yerleri ve 500.000 m2 lik alanda gözünüzün alabileceği kadar yeşillik ve çiçek bahçeleri. Yeryüzündeki bu cenneti ancak nostaljik trenle gezebiliyorsunuz. Pek yakında Sazovaya Bilim, Sanat ve Kültür Merkezi komşuluk edecek ve halka Uzayla ilgili görsel bilgiler verilecek. Bu merkezin pek yakınındaki Japon Bahçesi de ziyaretçilerini bekleyecek.
Yeşile, temizliğe, renklere doyamıyoruz. Bu duygularla yarı sarhoş bir vaziyette 273.000 m2 lik bir alana yayılmış Kent Park’a gidiyoruz. Bizi içinde bir adası bulunan yapay gölet karşılıyor. Köprünün diğer tarafındaki yapay plaj yaza hazırlanıyor, kumları dökülmüş bile. Köprüden geçerken suyun içindeki rengârenk sazan balıkları sanki bize bale gösterisi yapıyorlar. Hayret, bu da ne? Klasik müzik eşliğinde bir dansçı dansına pantomim katarak gösteri sunuyor.. Halk etrafını sarmış, seyredip alkışlıyor ve dansçı gösteriye Khachadurian’ın Kılıç Dansı ile devam ediyor. Bizler de Avrupai bir sunumla kahvemizi yudumluyoruz.
Şimdi, Venedik’e gitmeye ne dersiniz? Porsuk’ta gezebilmek ve heykellerle çiçeklerle süslenmiş yirmi altı köprünün altından geçebilmek için Avrupa’da “bateaux mouches” denilen motorlara biniyorsunuz veya sizi Gondollar bekliyor. O gün biz Venedik Festivaline katıldık ve işlenmiş doğa güzelliklerine, sanatın ne kadar çok yakıştığını gördük.
Yolculuk, eski bir Ermeni Köyü olan Sivrihisar’a doğru devam ediyor. Yol boyunca gördüğüm tavuk çiftliklerinden sonra artık hiç nylon tavuk yememeye karar verdim. Bir dağın yamacına kurulmuş olan şirin bir köymüş Sivrihisar.. Belediye Başkanı Sayın Çetin Kavas bizleri köy meydanında karşılıyor. İlkin Ulu Camii geziyoruz. Farklı bir camii çünkü en fazla ahşap sütunu olan düz tavanlı ve dikdörtgen sistemde, Mevlâna nın yakın dostu tarafından inşa edilmiş bir cami. Devrin Ermeni Patriği Nerses tarafından 1881 yılında inşa edilmiş, Anadolunun ikinci büyük ve sekiz sütunlu kilisesine doğru yürürken birçok restore edilmiş veya bakımsız kalmış evlerin arasından geçiyoruz. Mavi kapılı bir ev dikkatimizi çekiyor. Bu evde kimler yaşamış, ne hayatlar gelip geçmiş. 1907 yapımı başka bir ev de tadilatta, derken kiliseye varıyoruz. Kızıl Kilise de denilen Ermeni kilisesi de yenilendikten sonra yılda bir kez ayine açılacak. Ayrıca Eskişehirde başka bir Ermeni kilisesinin de Eskişehir Kültür Merkezi olarak kullanıldığını öğreniyoruz. Eskişehirin ünlü Met Helvasını da Sivrihisarlıların meşhur ettiği söyleniyor.
Eskişehirden ayrılırken azmin neler başaracağını gözlerimle gördüm. Tabii ki Eskişehir Belediyesinin aydın düşünceli Başkan Yardımcılarının ve özellikle Halkın desteğini de takdirle karşılıyorum ve diyorum ki, Sayın Eskişehirliler Belediye Başkanınız Prf. Dr. Yılmaz Büyükerşen’in (1937) heykelini dikmek için daha ne bekliyorsunuz? Kendi heykelinin açılışını yapmaya hak kazanmış idealist bir insana edebileceğiniz en büyük teşekkür, bu olmalı.
Sosi Cındoyan