Adalarda Çokdillilik, Kültürel Bellek ve Ticaretin Köprüleri

Adalarda Çokdillilik, Kültürel Bellek ve Ticaretin Köprüleri
Yayınlama: 28.08.2025
Düzenleme: 11.10.2025 09:23
A+
A-

Büyükada Çarşısı’nda, bol kepçe self-servis bir esnaf lokantasının kapalı bölümünde kış aylarında hafta içi bazı günler öğleden sonraları ilginç bir sahneye şahit olunur. Sol dip masalarda ileri yaşta 4–5 Sefarad Yahudi Türk hanım bir araya gelir. Basit ve sağlıklı sebze yemeklerini tercih ederler; yemekler hem lezzetli, hem taze, hem de makul fiyatlıdır. Sohbetleri kibar Türkçe başlar, ardından Judeo-İspanyolca (Ladino) devam eder. Bir süre sonra konuşma, hanımların okul yıllarında öğrendikleri Dame de Sion Fransızcasına döner. Ben bile anlarım. Gün batımına doğru torunları gelir; onların dili ise filmlerden aşina olduğumuz New York İngilizcesidir.

Lokantanın personeli de en az misafirleri kadar çok dillidir. Düzgün Türkçenin yanı sıra Arapça, Kürtçe, Farsça, Rusça ve İngilizce konuşabilmektedirler.

Bu tablo, Büyükada’nın Ortadoğulu turist kalabalıklarından uzak kalabilmiş nadir mekânlarından birinde ortaya çıkar. Çuha kaplı masalarda ada yerlisi yaşlılar briç ya da konken oynarken, masalar arasında farklı diller duyulur. Buna karşılık, üst gelir grupları daha çok Büyükada Anadolu Kulübü’nü tercih eder.

Dil, bir yandan aidiyetin, bir yandan da farklılığın göstergesidir. Örneğin Avustralya-Yeni Zelanda İngilizcesi, 18. yüzyıl göçmen İngilizcesini taşırken; Amerikan İngilizcesi 17. yüzyıl etkilerini barındırır. Kanada’daki Quebec Fransızcası, Fransa’daki modern aksandan farklıdır; ihtilal öncesi 17. yüzyıl Fransızcasının sözcüklerini korur. Brezilya Portekizcesi ile Portekiz’in bugünkü dili arasında ciddi farklar vardır. Benzer şekilde Latin Amerika İspanyolcası, özellikle Meksika İspanyolcası ile Madrid’in modern dili arasında büyük ayrılıklar gösterir. Yiddiş dili, Ortaçağ Almancası ve Slav etkilerinin birleşimidir. Yiddiş konuşulduğunda, Almanca bilmeyen biri bile ortamdaki dilin “Almanca gibi” geldiğini düşünebilir. Türk lehçeleri de aynı çeşitliliği barındırır: Azerbaycan, İran, Özbek, Türkmen, Bulgar ve Gagavuz Türkçeleri birbirinden oldukça farklıdır.

Kendi hayatımda da benzer çok dilli tecrübeler yaşadım. 1990–1994 yılları arasında birçok kez Suriye’ye iş seyahatinde bulundum. Türk-ABD ortak girişim şirketi adına teklifler verdik, siparişler aldık, iyi işler yaptık. Şam’daki temsilcimiz, 1915 öncesinde Kahramanmaraş’tan göç eden bir Ermeni ailenin torunuydu. Aile Şam’a yerleşmiş, ticarette başarılı olmuş, refah içinde yaşamıştı. Temsilcimizin annesi Maria Hanım, ilk seyahatimin sonunda bizi evine davet etti. İki yardımcısı ile birlikte çok zengin bir Levanten-Ermeni sofrası hazırlamıştı. Yemek boyunca benimle, çocukluğunda öğrendiği ve bugün artık unutulmuş olan eski edebi Türkçe ile konuştu. Bu Türkçe, edebiyat kitaplarında rastladığımız, zarif ve incelikli ifadelerle doluydu. Her Şam seyahatimin sonunda beni evinde ağırladı; eski günleri, Maraş anılarını paylaştı. Bugün artık o eski güzel günler yok; Suriye ile ilişkilerin tekrar rayına oturması için uzun yıllar gerekecek.

Benzer bir çok dilli anı da bir dostumun başına geldi. Ailesi, 1492’de İspanyol Engizisyonu’ndan kaçarak İstanbul’a yerleşen Sefarad Yahudilerindendi. İstanbul’da Fransızca eğitim veren bir liseyi bitirmiş, ardından İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’nden mezun olmuştu. Orta büyüklükte bir iş kurmuş, evde ise ailesiyle Ladino konuşmaya devam ediyordu.

Bir gün lise arkadaşlarından biri ona, “Masraflar benden, beraber İspanya’ya gidelim; iş görüşmelerinde bana yardımcı olursun, senin de kazancın olur” dedi. O güne kadar hiç İspanya’ya gitmemişti. Uçakla Madrid’e indiler ve ertesi gün iş görüşmesine katıldılar. Fransızca ve İngilizceyle başlayan toplantıda İspanyollar kendi aralarında konuşmaya başlayınca dostum birden şaşırdı: Evinde duyduğu Ladino ile neredeyse aynıydı. Akşam yemeğinde cesaretini toplayıp İspanyollarla Ladino konuşmaya başladı. İspanyollar hayretler içinde kaldı. Onun kullandığı bazı sözcükler, Cervantes’in Don Quijote’sinde geçen eski kelimelerdi. “Biz anlıyoruz ama günlük hayatta bu kelimeleri kullanmıyoruz” dediler. O anda ticaretin sert havası yumuşadı, daha kolay bir anlaşmaya varıldı.

Eskiler çok dil bilirdi. Atatürk Fransızca ve Almanca öğrenmiş, yanlarına notlar alarak İngilizce kitaplar okumuştu. Çocukluğunda Rumca, Libya’da bulunduğu yıllarda ise Arapça öğrenmişti. Bugün ise yabancı dil öğrenimi ne yazık ki aynı düzeyde değil.

Angela Merkel çok iyi Rusça konuşurdu, Putin de bir Alman gibi Almanca biliyordu. Ana dilleri ingilizce olan devlet başkanları başka bir dil öğrenmeye gayret etmiyorlar.

Diller, yalnızca iletişim aracı değil, aynı zamanda tarihsel bir bellek ve kültürel köprüdür. Hollanda, Danimarka, İsveç, Almanya gibi ülkelerde çocuklar erken yaşta çok dil öğrenmeye teşvik ediliyor. Farklı dillerin ve lehçelerin yaşatılması, toplumlar arasında güveni ve yakınlığı artırır. Büyükada’daki küçük bir esnaf lokantasından Madrid’deki bir iş toplantısına kadar her yerde dil, insanları yakınlaştıran büyük bir zenginliktir. Kıymetini bilmek gerekir. (Haluk DİRESKENELİ)

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.