Lütfü Emre Çiçek’in Büyükada’da geçen “Naciye”si iddialı bir Türk korku filmi. Travma dolu çocukluk geçiren bir kadının cinayete uzanan hikâyesi… Görünen o ki Derya Alabora’lı film kan hem donduracak hem de şaşırtacak
Robert Kolejli, New York’ta sinema okumuş, inanılmaz cool ve yetenekli genç bir yönetmen. Bundan sonra adını çok duyacağız gibi. Alışılmışın dışında bir algısı ve bakışı, biraz da snob bir hali var ama insanı hiç rahatsız etmiyor. Öte yandan çektiği Naciye şahane bir film, cinli perili Türk korku filmlerinin aksine bildiğiniz gerilimli, hastalıklı bir iş. Korku filmleriyle arası olmayan ben, uyuyakalırım derken resmen koltuğa yapıştım! Ertesi gün de Emre ile buluştuk, bakın neler anlattı.
Daha önce bazı işleriniz olmuş, bir Amerika geçmişiniz var. Kimsiniz siz?
Robert Koleji’nden sonra ekonomi okumaya Kolombiya Üniversitesi’ne gittim. 3’üncü senemde önce annem, sonra kuzenim vefat edince bir travma yaşadım tabii, sonra da New York Film Akademi’ye gitme kararı aldım.
Ani bir değişiklik olmuş.
Lisedeyken meraklıydım ama kolejdesin, iyi bir öğrencisin, malum hiçbir anne böyle bir şeye yanaşmıyor. Tiyatro yapıyordum, evde bu konuyu sadece bir kez açtım, bir daha açılmadı. New York’a gittikten sonra bir kamera aldım kendime ve bağımsız film setlerinde çalıştım. 2 kısa film çektim. Sonra da bir senaryo yazdım, başarılı oldu; Atlanta Film Festivali’nde senaryo yarışmasını kazandı. Ardından İstanbul’a döndüm ve benden bir senaryo istendi, “Tamam” dedim.
Neden Büyükada’da çektiniz?
Bir arkadaşıma konudan bahsedince “Bizim Büyükada’daki evi kullanabilirsiniz” dedi. Tesadüfen yani.. Ama hayatımda bir daha adada film çekeceğimi zannetmiyorum.
Neden?
Çok zor. Hani çok büyük bir prodüksiyon olur ve ıvır zıvır işlerle uğraşmak zorunda kalmam, o zaman olur.
En baştan korku filmi gibi mi planladınız?
Benim kısa filmlerim de korku filmiydi. Evet, öyle yola çıktık ama görüntü yönetmeniyle konuşurken, özellikle akış daha ağır olsun istedik. Gerilimden kastım sadece bir katil var ya da kaçıp kovalamaca değil, bir ilişkinin gerilimi de ilgi çekici bir şey.
Türkiye’de yapılan korku filmleri pek tatmin edici değildir genelde.
Hiçbir fikrim yok, izlemedim. Oturup da izleyeceğim filmler değil.
Filmizdeki öldürme sahneleri müthiş gerçekçiydi.
Derya Alabora’nın da dediği gibi öldürmek bayağı zor iş. Kaç tane örnek var; “60 kere bıçaklandı, hâlâ yaşıyor” diye, gazetelerde görüyoruz. Çünkü kimse o sinir haliyle “Ciğerine saplayayım, boynuna saplayayım” diye düşünmüyor.
Naciye nasıl bir ruh halinin ürünü?
Naciye, benim ruh halimin ürünü. (Gülüyor.) İster istemez Naciye’nin belli takıntılarına, yalnızlık korkusuna ve kontrol etme güdüsüne bakınca az çok kendimi görüyorum. Çünkü benim annem de değişik bir karakterdi.
Annenizin akıl hastalığı var mıydı?
Yoktu ama babamla boşanma dönemlerindeki travmasını biliyorum. Hayatım biraz gergindir. Hayatı kontrol etmeye çalışma duygum çok yoğun. Ama film olunca biraz abartıyorsun, korkugerilime çeviriyorsun tabii. Bu bir komedi filmi olsaydı o yönde abartabilirdik. Ama bu nevrotik karakteristikler insanları ilginç kılıyor. Sanmıyorum ki nevrotik kişiliğim beni bir cinayete itsin.
Oscar’ları nasıl buldunuz, Revenant’ı mesela?
Filmin sırf doğal ışıkla çekilmesini biraz gereksiz buldum. Elbette yönetmen bir şey yakalamaya çalışmıştır ama çok sıkıntılı geçmiş, hastalananlar olmuş. Yani doğal ışıkla çekmeseydi de o ekip ve o parayla aynı görüntü yakalanırdı diye düşünüyorum. Ben düşünmezdim öyle çekmeyi ama tabii bir Inarritu değilim. (Gülüyor.)
Bizdeki bu komediye yakın korku filmlerinin üzerine Naciye bayağı iç kaldıran bir film olmuş. Çekimler nasıldı?
Benim için de bir ilk çünkü Türkiye’de bir korku sineması geleneğimiz yok, olanlar da çok kötü. Enteresan buldum, o bildiğimiz ‘cinler çıkıyor’ durumu yok burada. Naciye Hanım kendine belli ki bir çeşit yalnızlıktan, travmalardan sonra böyle bir yol seçmiş.
Sınırlarınızı zorladı mı Naciye?
Yok, ama “Öldürmek bayağı yorucu bir işmiş” dediğimi hatırlıyorum. (Gülüyor.) Çünkü bayağı bir güç sarf ediyorsunuz. Sadece etten de oluşmadığımız için; yani kemikler, bilmem neler… Birini yok etmek için bıçağı çok kuvvetli saplamanız lazım ki öldürücü bir darbe vurasınız. Gerçek anlamda yapmaya kalktığınızda ve o ruh haline girdiğinizde insanı inanılmaz yoruyor. Aslında oyunculukta bizi bu kadar yüksek sahnelerde en çok yoran, o duygudur. Buna bir de fiziksel güç eklenince feci oluyor. Şunu düşündüm bir de, bir insan birini öldürdükten sonra o yorgunluk ve gerilimle yatıp uyuyabilir belki, çünkü vücudundaki bütün enerji boşalıyor, durgunlaşıyorsun. Sinirin bitiyor ve geçici bir durgunluk dönemine giriyorsun.
Gizem Sevinç SELVİ/ HABERTÜRK PAZAR