Sait Faik Abasıyanık Kaşıkadası’nda

Sait Faik Abasıyanık Kaşıkadası’nda
Yayınlama: 01.04.2020
Düzenleme: 13.12.2022 15:23
A+
A-

Sait Faik, Bursa Lisesi’ni bitirdikten (19.8) sonra bir süre İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde okudu. Sonra Fransa’da Grenoble Üniversifesi’nde okudu. Burada üç yıl kaldıktan sonra yurda döndü, ilk hikâyesi Varlık Dergisi’nde yayınlandı (1934).

Sait Faik, yurda döndükten sonra kısa bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı, bir ara ticaretle uğraştı, Haber gazetesinde bir ay süren bir adliye muhabirliği de vardır (1942).

Sait Faik‘in yalnız kendine özgü bir üslûbu, bir hikâye anlayışı vardır. Olaya hiç önem vermez. Birçok kimselerin gereksiz sayacağı ayrıntılar üzerinde bir çevreyi, bir karakteri eksiksiz ve en iyi bir biçimde canlandırmasını bilir. Düşle gözlemi birleştirmekteki büyük gücü, hikâyelerinin üzerimizde derin bir gerçek izlenimi uyandırmasını sağlar.

Sait Faik‘ten bize iki roman: Medar-ı Maişet Motoru (1944, 2. baskı Bir Takım İnsanlar adıyla, 1952), Kayıp Aranıyor (1953); Şimdi Sevişme Vakti (1953) adlı bir şiir kitabı, on üç ciltte toplanan birbirinden güzel hikâyeler kalmıştır. Hikâye kitapları: Semaver (1936), Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1952), Son Kuşlar (1952), A’emdağda Var Bir Yılan (1954), Az Şekerli (1954), Tüneldeki Çocuk (1955), Mahkeme Kapısı (1956) dır.

KAŞIK ADASI’NDA

Sandalın başında Mücahit oturmuştu. İki küçük, küreklerdeydi. Ben sandalda başım döndüğü için tâ dibe çömelmiştim. Denizi göremiyordum. Yalnız çok aydınlık gökyüzünün bir akarsu gibi kaydığını görüyordum. Odisya Rumca bir şarkı söylüyordu. Yakup yarı beline kadar çıplak, Odisya’yı dinler gibiydi. Zaman zaman mavi gözlerinde serî bir ay aydınlığı parlıyordu. Yanımda ismini bilmediğim bir çocuk oturmuştu. Ufak, minyatür bir yüzü ve vücudü vardı. Her tarafı ufaktı: Elleri, kulağı, gözü. Ona “Sultan Hamit cücesi” derdik.

Kaşık Adası’na geçiyorduk. Hepimizin içinde bir Robenson havası esiyordu: Gemi batmıştı, bir sal parçasının üstündeydik. Halî bir adaya çıkacaktık. Bir kulübe yapacaktık…

Bu güzel hayalleri bozmamak; herkes, kendi Robenson’luğunu diğerleriyle paylaşmamak için konuşmuyorduk. Çünkü yedi kişinin yedisi de Robenson’du. Bir lâkırdı ile Burgaz Adası’nda oturduğumuzu ve Burgaz Adası’na çok yakın, ay ışığına, tersine bir kaşık gibi kapanmış Kaşık Adası‘nın bir adamın malı olduğunu; adamın ölüp vârisi olmadığı için adanın hükümete geçtiğini; şimdi kimseler yoksa bile yarın beş-on kişiye ait olacağını; evler, belki de plâjlar yapılacağını hatırlayıvercek, kulübelerimiz’e, salımızla, hayallerimiz ve vahşilerimizle yaptığımız kocaman hayal transatlantiğine bir buz dağı çarpacaktı. Ondan sonra hiçbirimiz mehtaplı bir gecede Kaşık Adası’na sergüzeşt aramıya çıkmıyacaktık. Yakup’la alay edecektik: O zaman yarı belin a kadar soyunup bir vahşi gibi giyinmiyecek, kendi hayallerini bizimkilerle ayarlıyabilmek için binbir çareye başvurmıyacaktı.

Sandalın dibinden kafamı çıkarınca, dibinde beyaz taşları parıldayan bir koya yaklaştığımızı gördüm. Hepimiz beyaz bir binaya bakıyorduk. Hayret içinde gibiydik. Hâli adada bir bina!.. Yine konuşmuyorduk, Odisya Rumca şarkısını birdenbire kesmişti. Küçük cüce bir lâstik top gibi yuvarlaklaşmıştı. Kürektekiler, çalışan terlemiş insanların barikûlâde güzelliğini almıştılar, Yakup bir imparator gibi mağrurdu. Kürekteki çocuklar esirlere. Mücahit, elinde kırbacı zalim bir esirciye benziyordu. Bir kumsala ayak basar basmaz, Yakup hepimizi topladı:

— Bu bina, Portekizlilerden kalmadır, dedi. Bu adayı ilk defa Portekizli korsanlar bulmuşlar; içlerinden en gencini buraya bırakıp çekilip gitmişler. Bu delikanlı, korsan reisine karşı gelmiştir. Sessiz yürüyelim. Belki Portekizli daha ölmemiştir. Adada vahşi bir kabile varmış; dikkatli davranalım.

Odisya ile Yakup vahşileri ve Portekizli gemiciyi temsil ediyorlardı. Birdenbire ortadan kayboldular. “Çakal” havlıyarak onları takip etti. Ben Sultan Hâmit cücesiyle beraber kaldım. Diğer üç çocuk beyaz metruk binaya doğru ilerlediler.

Kaşık Adası binbir sarnıçla doludur. Adada bilhassa geceleyin koşmak çok tehlikelidir. Uzun otların dalgalandığı sırtlarda içleri derin ve simsiyah sularla dolu sarnıçlara düşmemek için ihtiyatla yürüyoruz. Tam tepede bir müddet cüceyle etrafa bakındık, ötede beyaz evin penceresindeki Uç çocuk mumları yakmışlardı. İlerde, ada çiftlikken yapılmış etrafı tel örgülü domuz ahırlan, adada bırakılmış Portekizli genç gemicinin malikânesiydi. Oraya girmek çok tehlikeliydi. Ahırlann on-onbeş metre, önünde bir bahçıvan kulübesi vardı. Bu kulübe de bulunduğumuz yerden gözüküyordu. Oranın da penceresinde bir ışık peyda olunca yavaş yavaş yürüdük. Kapıyı vurduk. Odisya açtı, köpekle yalnızdı. Kafasına otlardan bir çelenk yapmıştı. Çıplak ayakları, yanık göğsü, mavi gözleri, incecik yüzü ve çizgili mintaniyle Portekizli gemiciye Yakup’tan çok o benziyordu. Bir korsan çocuğu kadar vahşi ve güzeldi, öyle ki, birdenbire içime onun yanında müthiş bir haydut olmak arzusu geldi. Müthiş bir hayduttum. O. reisimizdi. Kapının dışında güzel ve küçük bir meydanlıktan görünen Heybeli’nin plajı bir kocaman vapur haliyle ışıklarını yakmış, uzaklaşıyor, gidiyordu.

Odisya yine şarkı söylemiye başladı. Yakup da, öteki çocuklar da bu şarkıyı sonuna kadar dinliyecekler, sonra evvelâ küçükler bizi bulacak; esir alacak; ondan sonra Portekizlinin malikânesini muhasara edecektik, teslim alacaktık. Odisya tekrar şarkı söyliyecekti. Yakup birşeyler anlatacaktı. Dönecektik. Dönüş münakaşalı geçer. Oyunu bozanlara Yakup lâf atmaz; Odisya şarkı söylemez, küçük cüce sandalın içinde binbir maskaralık yapmazdı.

Asıl adalı biz üçümüz; Odisya, Yakup ve ben vardım. ötekiler dostluğa, hele sergüzeşte, pek dayanamazlardı. Yahut analan, babaları haber alır; bizimle gezmelerine mâni olurdu. Onun için ekibimiz bazen üç kişiye iniverirdi. O zaman yine sandala atlar; yine karşıya geçerdik. Bazı geceler orada sabahladığımız olurdu.

Çakal en büyük binanın açık kapısında, biz içerde; kopuk balık ağlarınm, mantarların ve çivilerin üstünde hayallerimiz’e uyurduk. Hiçbir gün tam hakikat konuşulamazdı. Ben Rumca yalnız anlardım. Odisya güzel Türkçe konuşuyordu. Yakup Rumca yanm, tatlı lâkırdılar söylerdi.

Odisya bir bahçıvan çocuğudur. En iyi o yüzer. Balık tutar, şarkı söyler, kürek çeker ve en güzel o gü1 erdi. Garip bir çocuktu. Birdenbire kederlenirdi. En çok üzüldüğü şey; kendisine ehemmiyet verilmediğini sezmesiydi. En alelâde şeylerden bile bütün dünyaya küskün bir hal alırdı. Sonra en küçük bir müşfik söze karşı kahramanlıklar göstermek isterdi. En çekindiği şey kavgaydı. Birden sararırdı, yüzü karmakarışık olurdu. Çocukların korktuğu hiçbir şeyden korkmazdı. Ne canavardan, ne kimseden, ne Portekizli gemiciden, ne vahşilerden… Fakat hakikî bir insan ve çocuk karşısında derhal değişir, daima aşağıdan alırdı. öyle çocuklardan tokat yediğini bilirim ki, ben sinirlenirdim. Omuzları, yuvarlak kollan haşarı kafası, en kötü havalarda denizlere acılan cesareti, insan karşısında birdenbire kırılıverirdi. Yakup, Odisya’yı işine yaradığı için sever gözükürdü. Bazı yapamıyacağı şeyleri yapacak gibi görünüp, âdi bir iştir, diyerek yapmadığını ihsas edercesine ona yaptırmaya kalkardı.

Çakalın adada aranıp bulunmadığı bir gün, karşıya geçmiştik. Gece orada yattık.

Yakup: — Ne olur, ne olmaz, dedi, Odisya’ya; sen kapının eşiğinde ortalık kararıncaya kadar bekle… Gündüzün sen uyursun, biz bekleriz. Belki vahşiler hücum eder!

Odisya aptal değildi. Fakat bazan böyle görünmeyi, bu bir kahramanlık ve iyilik olduktan sonra sevinerek kabul ederdi.

Uyuyup uyanıp Odisya’yı gözleri açık buldum. Ortalık ağarmadan yanına sokuldum, elini tuttum. Sıcak kafasını âni bir şekilde göğsüme koydu:

  • Benim, dedi, babam bahçıvan ırgadı olmasaydı,

ben de sizler gibi adam olurdum, okurdum; okumak bilsem okurdum da uyumazdım.                ,

Yüzünü sola doğru kaldırdım. Gözleri ıslaktı. Elimi bıraktı. Nar ağacının altına doğru yürüdü.

  • — Benim uykum kaçtı, Odisya, biraz da sen uyu.

Dedim. Nar ağacının altına yattı. Ömrümde ya ikinci, ya üçüncü defa olarak bir cigara yaktım. O uyumuştu bile.

Yine ay vardı, ömrümde ilk defa bir insanı uyurken seyrettim. Bu iyi, sıhhatli, temiz ve küçük insanların uykusu bambaşka bir şey. Şimdi hatırlıyorum da.,.

Uyuyanın iyi, güzel, dinlendirici dünyasına, seyreden agâh oluyor gibidir. Onun âlemine uyanık olarak girmek, insana bir ürperme veriyor. Yemin ederim ki, onun uykusunu ben de uyuyordum: Uyanık olarak… Kocaman otların denizin, balıkların, sandalın, bahçıvan kulübesindeki memeleri büyük kadının; pos bıyıklı, nefesi şarap ve tütün kokan bağcının, Odisya’ların kulübesinin içindeki kırık dökük temiz eşyanın; esmer, sırım gibi ince uzun bacaklı, etekleri rüzgârlı kızkardeşinm; koccayemiş meyvalarının, camların mahremiyetine giriyorum, içimde sevgi bir çeşme gibi akıyor. Eğiliyorum. Bu açık dudakları ve kapalı gezleriyle uyumuş arkadaşımı yanağından öpüyorum. Belki ömrümde ilk ve son defa bir insanı, bilinmedik bir yerimde yıkanmış sevgilerle b:r daha bir daha öpüyorum. Uyumak için yukarıya, Portekizlinin kulübesine koşuyorum. Fakat çocukluk, sanki Portekizli oradaymış gibi, beni ihtiyata sevkediyor. Sessiz. gürültüsüz yaklaşıyorum. Kulübenin ancak boyum yetişen penceresinden içeriye bakıyorum, öteki pencereden ay ışığı kulübenin içine dolmuş; kenarda bir genç kız oturmuş, dizine bir delikanlı yatnrş kız. erkeğin saçlarını okşuyor: erkek, gene kızm öteki mütemadiyen dudaklariyle arayıp bulmakta. Bir müddet hayretle bakıyorum. Sonra aşağıya, kaya kaya iniyorum ve Yakup’un yattığı binaya koşuyorum. Yakup’u uyandırıyorum, “böyle, böyle…” diyorum. Yakup, Odisya’yı soruyor:

  • — Aptal, diyor, bek’iyor mu?
  • — Yapma çocuğa eziyet, canım. Çok iyi çocuk.
  • — Onun kadar iyi çocuk dünyada yoktur, bilmiyor muyum? Mahsus yapıyorum, sevdiğim için. Tecrübe iç’n, canını verir benim için. Ne yapıyor?
  • — Demin uyandım. Haydi sen biraz uyu, dedim; uyuyor.
  • — Bu zamana kadar uyumamış mıydı? Hay aptal

hay!

Odisya’nm yanma gidiyoruz. Yakup bir müddet dikkatle bakıyor. Sanki o da bu iyi çocuklar rüyasını görmüş gibi eğilip saçlarını okşuyor:

  • Uyusun bırak, diyor. Haydi biz gidip bakalım.

Yukarki kulübenin içinde aynı hareketler devam ediyor: Kızın dizindeki çocuk mütemadiyen kızın ellerini dudaklariyle aramakta. Bizim tarafa delikanlının yüzü çevrildiği zaman pencereden bir an çekiyoruz. Kızın başı hareketsiz, böyle eğilmiş, delikanlıya bakıyor. Genç adamın yüzü çevrildiği bir sırada Yakup’la eğiliyoruz. Pencerenin altında Yakup’un şimdiye kadarki mütebeosim, garip, içten içe heyecanlı yüzü biraz kararmış gibi:

  • Benim kadar, diyor.
  • — Kim?
  • — Kızın dizindeki…

Bir müddet ayakta dimdik, hiç çekinmeden bakıyor. Ben korkuyorum. Sonra geriye dönüyoruz. Yakup düşünceli düşünceli:

  • — Benim kadardı be! diyor.
  • — ?

Kış, hayallerimizi yağmur, kar, soğuk ve karanlık içinde devam ettirdi. Kimi mektepte, kimi çırak olduğu dükkânda, kimisi sisle kaplı bir ıspanak tarlasının üstünde, kimi de Yakup gibi babasının sandalı içinde lodosa ve poyraza karşı yelken şişirerek…

Kıştan yaza insan başka türlü çıkardı. Çoğu şişmanlamış, rengi ağarmış ve harikûlâde bir surette büyümüş olarak… Bana öyle gelir ki, çocuklar yalnız kış mı büyürler.

O kıştan, birbirimizi hemen tamamen kaybettiğimiz kıştan çıkışta Odisya’yı boyu atmış, yüzüne karışık hilekâr mânalar sinmiş buldum. Yime şarkı sövlüvordu, ama ses. o berrak ve temiz ses değildi. îçime ılık dünyalar deviren ses, şimdi bana köyün hilekâr, hasis, yalancı, dedikoducu yılan insanlannın şaraplar, uykusuz hırslı gecelerle eskimiş gırtlaklarının sesi gibi cırtlak geliyordu. Yüz; dostu, arkadaşı, hattâ zaman zaman kölesl olmayı kabule hazırlandığım yüz, vehmettiğim mânalarını üzerinden lüzumsuz bir gömlek gibi çıkarıp atmıştı. Amcası Manolin’in bir haftalık bir İstakozu satarken takındığı suratını birdenbire, hayretle, Odisya’nm yüzünde bulunca şaşırdım. Bir zaman nasıl olur da hatları birdenbire bu kadar benziyen iki insanın birisi bana o ılık dünyayı verdiği halde, ötekisi soğuk, fakat hakiki dünyayı versin? derdim. O zaman şöyle hayal meyal hissetmiştim: Yüzle ahlâk arasında herhalde müthiş bir münasebet vardır. Güzel olan muhakkak güzel ahlâklıdır demiyorum. Fena ruh’u güzel yüzün, insanı perişan eden, mahveden sihiri de inkâr edilemez. Yalnız şunu demek istiyorum ki, ahlâkın yüze eklediği minrkler, hattâ renkler, tikler yüz ve ahlâk her ikisi de güzelken de vardır. Hattâ bunlar sevimlidirler. Ahlâk bozulmazsa, tertemiz, sevimli, hattâ dostun onları taklit edeceği gelmesi kadar tatlıdır. Fakat hakikî dünyayı Odisya’nın keşfettiği şekilde keşfedince onları yeni âlemine sindirince, burnunu birşey koklar gibi yukarı tarafını buruşturarak, ağzı biraz açık. anlatılanı dinlemesi eskiden ne güzel, ne hoş birşeydi! Ben de aynı şekilde başkalarını dinlemek için bu hareketi aynen taklit etmiştim. Fakat bugün bu hareket onun amcası Manoli’ve ve Manoli’nin yalancılığına, kıskançlığına, terbiyesizliğine benzemesini kolaylaştıran çirkin birşey olmuştu.

Onu dördüncü görüşümde içime bir pişmanlık doldu! Ne yaptım, ne yaptım? diye söylendim. Neden öptüm bu çocuğu? Bu yüzü ben nasıl sevdim?

Yakup. kocaman birşey olmuştu. Geçen sene Kaşık Adası’ndaki ahırların içinde rastladığımız çiftin erkeğinin ensesi gibi dik bir ensesi vardı. Simsiyah saçları bir berber elinde birşeyler yapılmış gibiydi, ilk bıyığını kesmemişti. Ona da bir berber makası garip bir şekil vermişti. Fakat bütün bütün bu zahirî sevimsizlik’ere rağmen Yakup’un yüzünde o hayal ve sergüzeşt günlerinin iyi hatları vardı. Hattâ daha fazla. Fakat Kaşık Adası’nın lâfını bile etmiyorduk artık. O mütemadiyen genç kız hikâyeleri anlatıyordu:      

Eftehia’nm sarı bir kilise mumu kadar yanmıya hazır renkli bacakları vardı, bir taze ceviz beyazlığıyle beyaz ve gevrek dişleri, mütemadiyen ağızla aranıp öpülecek elleri.

Yakup, Eftehia ile, yukarıda kırmızı çiçekli çalı süpürgeleri ve kocayemişlerin olduğu sonbaharda tanışmıştı. Beraber kocayemişi toplamışlardı. Olgunlarının ve irilerinin hepsini Eftehia yemişti. Sonra, kocayemişi insanı sarhoş eder, diyen ada kadınları gibi sarhoş olmuştu. Ve dudaklarına, olgun bir kocayemişi alıp Yakup’a, yarısını da sen ye! demişti. Çalı süpürgelerinin kırmızı çiçeklerindeki bal kokusuna yatmışlardı.

Eftehia’nın yüzü alelâde bir Rum kızı yüzüydü. Civelek, o kadar. Ne fazla çirkin, ne de güzel. Fakat banyolar başladığı zaman lâcivert deniz mayosu içinde ışıklı, dümdüz bacakları, küçük memeleri, bir erkeği bir dakikada yere yıkıp toprağa ellerini geçirtecek ve dişleriyle otları kopartacak kadar insafsız, yuvarlak hatları… Ne güzel yüzerdi. Beyaz pantalonlu, sporcu ve temiz delikanlıların aileleri köydeki evleri kiraladıkları zaman Eftehia bu dizleri çıkmış pantalonlu, kaim gri elbiseli Yakupu ustalıkla, gürültüsüz terketti. Odisya, yeni göçlerin çocuklarıyle ahbaplığı ilerletmiş, kış n biriktird ği paralarla beyaz bir pantalon, kısa kollu ipek gömlek, bir de bir delikanlıdan bin rica ile bir bahriyeli kasketi uydurmuştu. Uzaktan göründüğü zaman bir genç kız n kalbini oynatacak, düşündürecek kadar kuvvetli mütenasip vücudü, bu elbiselerle meydana çıkıvermişti. Yakup ve benimle vahrz merhabalaşıyor, göçlerin çocuklarına katılıyor, adanın kızlarını onlara tanıtıyordu. Gazinolarda onlarla pastra oynuyor ve ekseriya kazandığı için cebinde para da bulunuyordu.

Bütün yaz bir defa Kaşık Adası‘na geçtik. O da Odisya ve onun grubu ile. Bunlar dört Rum çocuğuydu.

Odisya Rumca, geçen sene ve daha evvelki seneler yaptıklarımızı âdi bir gülüşle, sanki tatlı şeyler değilmiş, aptallıkmış gibi anlatıyordu. Yakup’un da bunu aptallık telâkki ettiğini, fakat bu aptallığın başkalarına anlatılmasını hoş bulmadığını acı ve mütebesümle yüzünden anladım.

Odisya’nm arkadaşları katıla katıla gülerlerdi.

Rumca tangolarla adanın ıssızlığını, Robcnsonluğunu kaçırırlar; Portekizli gemiciyi hırsından ağlatacak gibi ederlerdi. Ben hep Odisya’yı niçin, nasıl öptüğümü düşünür; dudaklarımın derisini koparır koparır, atardım.

Diyerek sizlere öyküyü üstadın dilinden aktarıyoruz…

ADAGAZETESİ – KAŞIKADASI  Sait Faik Abasıyanık

Bir Yorum Yazın

This site is protected by reCAPTCHA and the Google Privacy Policy and Terms of Service apply.

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.