Büyükada’nın yükseklerinden İstanbul ufkuna bakarken insan ister istemez düşünüyor: Rüzgâr yanı başımızda, bedava ve güçlü. Yabancı denizciler bu rüzgârla okyanuslar aşıyor, bizse hâlâ motor gürültüsüne mahkûm yaşıyoruz.
Büyükada’nın Kadıyoran Yokuşu’nun tepesindeyim. Hristos Manastırı’nın biraz aşağısında, Adliye Sokağı ile Adalı Avni Sokağı’nın kesiştiği o noktadan ufka bakıyorum. Denizle gökyüzü birleşmiş. İstanbul Boğazı’nda vapurlar, motorlar ağır ağır ilerliyor. Arada bir yelkenli ya da katamaran geçiyor. Fakat dikkatimi çeken şey, direklerinde yelkenleri olmasına rağmen, hiçbirinin yelkenleri açmamış olması. Hepsi motor çalıştırıyor. Mazot yakıyorlar. Mazot pahalı, rüzgâr ise bedava.
İşte bu manzara, zihnimde kaçınılmaz bir kıyas yaratıyor. Norveç’ten, İsveç’ten, Danimarka’dan, Kuzey Almanya kıyılarından yola çıkan denizciler; küçücük tekneleriyle sadece rüzgârın gücüne güvenerek binlerce deniz mili kat ediyor. Baltık’tan Atlantik’e, oradan Cebelitarık’a ve nihayet Akdeniz’e kadar ulaşıyorlar. Bizim kıyılarımıza kadar geliyorlar. Peki ya biz? Bizim yelkenlilerimiz neden burnumuzun ucunda bile yelken açmıyor?
Belki eğitim eksikliğinden, belki denize bakışımızdaki tembellikten. Belki de denizi hâlâ bir “ulaşım yolu” olarak görmemizden. Oysa deniz, bir yere varmak için değil, yolculuğun kendisi için vardır. Yelkenin rüzgârla şişip tekneyi sessizce sürüklemesi, dalga ve rüzgârın sesiyle baş başa kalmak… İşte asıl keyif orada.
Yabancı denizciler limandan çıkar çıkmaz yelkenleri fora ediyor. Bizimkiler ise motorun sesine mahkûm kalıyor. Bu sadece teknik bir tercih değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı farkı. Rüzgârla yol almak sabır, bilgi ve cesaret ister. Motorla hızla varırsınız ama rüzgârla yol almak size denizin ruhunu öğretir.
Belki de bu yüzden, biz hâlâ marinada oturup “seyreden” taraftayız. Umarım bir gün, kendi kıyılarımızda da motor gürültüsünden çok yelkenlerin hışırtısını duyarız. Çünkü rüzgâr hâlâ orada; bedava, güçlü ve bizi bekliyor.(Haluk Direskeneli)
Fotoğraf: Ada Gazetesi