1956 yazı… Burgazada İskelesi’nde sabahın ilk ışıklarıyla başlayan hayat, sadece balıkçıların “vira bismillah” sesleriyle değil, Rum, Ermeni ve Türk komşuların “Kalimera” ve “Günaydın”laşmalarıyla şenleniyor. Videodaki gerçek karakterlerden (Balıkçı Apostol, Kunduracı Mehmet, İro ve diğerleri) ilhamla kurguladığımız bu hikaye, adanın kaybolmaya yüz tutmuş o eski, naif ve birleştirici ruhuna bir saygı duruşu niteliğinde.
Marmara çarşaf gibiydi. Güneş henüz Heybeliada’nın sırtlarından kendini göstermeye başlarken, Balıkçı Apostol ve kadim dostu Rıza, emektar sandallarının içindeydi. Ellerindeki ağlar, sadece denizin bereketini değil, iki farklı kültürün kader birliğini de taşıyordu.
Deniz o sabah cömertti. İstavrit ve lüfer, gümüş parıltılarla sandala dolarken Apostol, alnındaki teri silip Rıza’ya seslendi:
“Rıza kardeşim, bu deniz bizim soframız. Allah bereketini eksik etmesin, bugün kasalar dolacak!”
Rıza gülümseyerek başını salladı. Onların dostluğu, politikaların veya sınırların çok ötesinde, tuzlu suyla pişmiş bir kardeşlikti. Sandalın burnunda gururla duran Orhan Özalp, o günün en büyük avını yakalamışçasına objektife bakarken, aslında o anın tarihe kazınacağından habersizdi.
Güneş yükseldikçe iskele meydanı hareketlendi. Tatiana, Garbis ve Bogos, şık kıyafetleriyle sahil yolunda yürüyüşe çıkmıştı. O yıllarda Burgazada’da şıklık bir saygı ifadesiydi; kimse sokağa özenmeden çıkmazdı.
Kumsal tarafında ise çocuk cıvıltıları duyuluyordu. Küçük İro, Ahmedaki ve Çuli Kifidis, denizin kenarında oyun oynarken, büyükler hasır şapkalarının altından onları izliyordu. Denizden yeni çıkan bir baba, çocuğuna şefkatle sarılırken, arkada Aleko, o meşhur kasketiyle gelip geçenlere selam veriyordu.
Bu sahne, adanın mozaik yapısının en güzel kanıtıydı:
Adanın kalbi çarşıda atıyordu. Dükkanının önünde oturan Kunduracı Mehmet, elindeki sayayı dikerken bir yandan da Elektrikçi Hakkı ile şakalaşıyordu. Eşekçi Mahmut, yükünü yeni indirmiş, kahvehanenin önünde soluklanıyordu.
Bu insanlar için “öteki” yoktu. Elektrikçi Hakkı, kilisenin lambası bozulsa koşar; Kunduracı Mehmet, Madam Eleni’nin ayakkabısını onarmadan dükkanı kapatmazdı. Videoda gördüğümüz o gülümsemeler, o samimiyet, kameraya verilmiş bir poz değil, hayatın ta kendisiydi.
Görüntülerdeki “1965’te buluşmak üzere” notu, belki de o günlerdeki insanların geleceğe dair umutlarının bir simgesiydi. Kimse o güzel günlerin bir gün sadece siyah beyaz anılarda kalacağını tahmin edemezdi.
Burgazada’nın o büyülü atmosferini sadece görüntülerle değil, seslerle de hatırlamak gerekir. İskeledeki vapur düdüğüne, martı çığlıklarına ve balıkçıların “vira” seslerine karışan; bazen bir gramofondan, bazen de Kalpazankaya yolundaki bir gazinodan yükselen o şarkılar, dönemin ruhunu en iyi yansıtanlardır: